25 Ağustos 2013 Pazar

Evrimcilerin bilim dışı spekülasyonları üzerine...

Evrimcilerin bilim dışı spekülasyonları üzerine...
Evrimcilerin tek bir ara form gösterememesi de evrim teorisini bitiren noktalardan biri oldu.

21. yüzyıla kadar evrimteorisine birçok insan inanıyordu, birçok bilim adamı da evrimi savunuyordu. Ama 21. Yüzyılda yaşanan bilimsel gelişmeler öyle bir noktaya vardı ki artık kimse bir elektron mikroskobu altında incelediği muazzam komplekslikte olan hücrenin tesadüfen oluştuğunu öne süremez oldu. DNA’daki binlerce kitap içeren bilginin küçücük bir alana nasıl sığdırıldığını açıklayamaz oldu. Protein sentezlenirken arka arkaya gerçekleştirilen son derece akılcı adımların bilinçsiz bir protein tarafından gerçekleştirilemeyeceğini artık bütün bilim adamları biliyordu...
21. yüzyıla kadar Darwin’in evrim teorisi insanlara gerçekmiş gibi sunuldu. Hatta birçok insan evrimi diğer alanlara da uygulamaya kalktılar. Darwin'in “Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyişi” adlı kitaplarının yayınlanmasının ardından pek çok evrimci, insanın sosyal davranışlarının, hislerinin, yargılarının, fikirlerinin, kısacası insan ruhuna ait özelliklerin evrim tarafından nasıl şekillendirilmiş olabileceği üzerine spekülasyonlar yapmaya başladı. Darwin de bu evrimciler arasındaydı. En yaygın yanılgıya göre, eğer bedenlerimizin görünümü ve işleyişi evrimle şekillendirildiyse, o zaman bu bedenle gösterdiğimiz davranışlar da evrimle şekillendirilmiş olmalıydı. Böylece, canlıların biyolojik yapılarının dahi evrimle nasıl meydana geldiğini açıklayamayan evrimciler, insan ruhuna ait özelliklerin sözde evrimine dair hikayeler uydurmaya başladılar. Darwin daha Türlerin Kökeni'nde gelecekte psikolojinin temelinin evrime dayanacağını umuyordu:
Uzak gelecekte çok daha önemli araştırmalara açık alanlar görüyorum. Psikoloji yeni bir temel üzerine kurulacak; zihinsel güç ve kapasitenin, kademe kademe kazanılmasına dayanan bir temel. İnsanın kökeni ve tarihi aydınlanacak.
Ne var ki Darwin yanılıyordu. Kendisinden sonra psikoloji ve sosyoloji gibi insan karakterini, davranışlarını, tepkilerini inceleyen bilim dalları evrimci bakış açısıyla hiçbir şeyi aydınlatamadılar. Tam tersine, insan ruhunun varlığını evrim yalanlarıyla örtbas etmeye çalışanlar büyük bir çıkmaza girdiler. Pek çok insanı da yanlış yönlendirdiler.
Hayvan ve insan davranışlarının kökenini evrimci bir bakış açısından yorumlamak için ilk kapsamlı girişim Harvard Üniversitesi'nden böcek bilimci Edward O. Wilson'dan geldi. Wilson bu girişimi tüm başarısızlığına rağmen, "sosyobiyoloji" olarak adlandırdı.
Wilson, 1975 yılında yayınladığı Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji: Yeni Sentez) adlı kitabında, hayvan davranışlarının tamamının biyolojik bir temeli olduğunu iddia etti. Bu yanılgısını biyolojik evrime dayandıran Wilson, hayvanların ve insanların davranışlarını kontrol eden özel genler bulunduğunu sanıyordu. Wilson'ın asıl uzmanlık konusu böceklerdi ve kitabının ilk 26 bölümünde böceklerden söz ediyordu. Kitabın 27. bölümünde ise bu iddialarını insanlara uyarlamaya kalkışmıştı. 1978 yılında Human Nature (İnsan Doğası) adlı kitabında da, kin, saldırganlık, yabancı korkusu, uyumluluk, homoseksüellik, erkeklerle kadınlar arasındaki karakteristik farklılıklar gibi insan davranışlarından sorumlu genler olduğuna dair spekülasyonlara geniş yer verdi. Wilson'ın kitaplarında ve yazılarında ortaya koyduğu bu iddialar hiçbir zaman bir spekülasyon olmaktan ileriye gidemedi. Wilson ve takipçilerinin iddiaları bilimsel bulgular tarafından hiçbir zaman desteklenmedi. Tam tersine, bilimsel veri ve bulguların her biri Wilson ve onunla aynı fikirde olanların yanıldıklarını ortaya koydu.
Wilson'ın, bir diğer bilim dışı iddiası da, canlıların sadece gen taşımakla sorumlu araçlar oldukları ve en önemli görevlerinin bu genleri taşıyıp gelecek nesillere aktarmak olduğuydu. Wilson'ın hezeyanlarına göre, evrim genlerin evrimiydi, doğal seleksiyon genleri seçiyordu, dolayısıyla en önemli şey genlerdi. Wilson, Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji; Yeni Sentez) adlı kitabında, hiçbir bilimsel değer taşımayan bu iddiasını şöyle ifade ediyordu:
Darwinist anlamda, canlı kendisi için yaşamaz. Temel fonksiyonu başka canlılar üretmek dahi değildir; genleri üretir ve genlerin geçici taşıyıcısı olarak hizmet verir. Eşeysel üreme ile meydana gelen her canlı, o türü oluşturan genlerin özgün ve tesadüfi bir alt kümesidir. Doğal seleksiyon, bazı genlerin aynı kromozomdaki diğer genlere üstün gelerek, gelecek nesillerde temsilcilik kazandığı bir süreçtir. Bu araç, mümkün olan en az biyokimyasal karmaşayla genleri koruyacak ve yayacak olan makinenin bir parçasıdır. Samuel Buler'ın ünlü, "bir tavuk sadece bir yumurtanın başka bir yumurta üretme yoludur" deyişi modernize edilmiştir: organizma sadece DNA'nın daha fazla DNA üretmesinin bir yoludur.
Wilson'ın iddialarının hiçbir bilimsel dayanağı yoktu. İddiaları evrimci ön yargılarının bir sonucuydu sadece. Evrimciler arasında dahi Wilson'ın spekülasyonlarına itiraz edenler oldu. Bunlardan biri Stephen Jay Gould idi:
Ancak Wilson çok daha güçlü iddialarda bulunuyor. 27. Bölüm... insan davranışlarındaki -kindarlık, saldırganlık, yabancı düşmanlığı, uyumluluk, homoseksüellik ve Batı toplumunda kadın ve erkek arasındaki karakteristik özellikler gibi- tipik ve değişken nitelikler için genlerin bulunduğu hakkında geniş çaplı bir spekülasyondur.
Evrimsel psikolojinin izleyicileri, insan davranışlarını körükörüne inandıkları evrim dogmasına göre yorumlayarak kendilerince yeni bir bilimsel disiplin kurmaya çalışmaktadırlar. Bu çabaları, iddialarının bilimsellik kriterlerinden yoksun olması dolayısıyla bilim dünyasında yaygın olarak eleştirilmektedir.
Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, "Ahlaksızlık ve İnsan: Evrim Psikolojisinin Peri Masalları" isimli değerlendirmesinde, evrimsel psikologlar-ın bilim dışı yöntemlerini şöyle eleştirmektedir:
Freud’un görüşleri insanlar bunların bilim üzerine kurulu olmak yerine ideolojik bir yapı, insan yaşamı hakkında bilimsel olarak test edilemeyen bir efsane olduğunu anladığı zaman, güvenilirliklerini kaybetti. İnsan davranışı hakkında her mümkün gözlem, Freudçu modele ince ayarlamalar yoluyla uyduruldu. Şimdi aynı hile evrimsel psikologlar tarafından düzenleniyor. Onlar da kendi dogmalarıyla ilgileniyorlar, bilimin önerileriyle [bilimsel olan varsayımlarla] değil.
Görüldüğü gibi evrimsel psikoloji bilimsel bir çalışma alanı değil, evrimi körükörüne benimsemiş Darwinist psikologların kendi dogmatik yaklaşımlarını sergiledikleri bir alandır. Psikolojinin konusu olan insan aklı, Darwinizm’in tesadüf iddiası ve doğal seleksiyonla devam ettiiği öne sürülen amaçsız bir süreçle açıklanamaz.

Diyaliz makinası küçücük bir böbreğin yerini tutar mı?

Diyaliz makinası küçücük bir böbreğin yerini tutar mı?
Hastalıkta insan en çok Allah'a yaklaşır, en çok O'na sığınır.

İnsan hastayken ne kadar da aciz durumda oluyor değil mi? Üstelikde böbrek hastasıysa, haftada üç gün diyaliz makinasına bağlanmak zorundaysa o zaman imtihan giderek zorlaşıyor. Öncelikle böbrek hastalarının şunu bilmesini isterim ki, insanın başına gelen her hastalıkonun için aslında çok büyük bir hediyedir. Eğer imanlı iseniz bu hastalığın size Allah tarafından sevap kazanmanız için verildiğini anlarsınız. Zorlandığınız her gün, sabrettiğiniz her gün, sağlıklı olan insanlardan binlerce kere fazla sevap kazanırsınız. Eğer hastalığı güler yüzle, sabırla, kalbinizde Allah sevgisiyle karşılarsanız işte o zaman ne mutlu size. Unutmayın ki Allah en sevdiği kulları peygamberleri de hastalıkla imtihan ediyordu.
Vücudumuzda yaratılan böbrek tek başına ne kadar da muazzam işler yapıyor. Peki ya çalışmadığı zaman? İşte o zaman belki de şimdiye kadar hiç düşünmediğimiz bir organımızın bizim için ne kadar hayati önem taşıdığını anlıyoruz. Çalışmayan bir böbreğin yerini ise diyaliz makinası almaya çalışıyor. Sizlere diyaliz makinası ile ilgili bilgi vermek istiyorum.
Böbreklerin fonksiyonlarını kaybetmeleri ya da yetersiz kalmaları durumunda yerine vücudun arıtma sistemi olarak çalışmak üzere diyaliz makineleri geliştirilmiştir. Boyutları böbreklerle kıyaslanamayacak kadar büyük olan bu makinelerde kan, belli düzeneklerden geçirilir ve içerdiği üre, ürik asit gibi zararlı maddelerden ve fazla sıvılardan arındırılır.
Diyaliz Makinası Nasıl Çalışır?
Bu alet basit difüzyon (bir maddenin çok yoğun bir ortamdan, az yoğun bir ortama geçmesi) yöntemiyle çalışmaktadır. Atardamardan alınan bir hortum ilk önce bir pompaya gelir. Bu pompa kanı diyaliz aletine pompalar. Diyaliz sıvısı oksijence zengin ve tuz konsantrasyonu yönünden de kan plazmasına eşittir.
Kan, diyaliz sıvısı içinde bulunan diyaliz tüplerinden geçirilir. Kandaki üre gibi artık maddeler difüzyonla diyaliz sıvısına geçerken, alyuvar ve protein gibi gerekli maddeler diyaliz tüplerinde kalır. Bu işlem esnasında diyaliz sıvısı alet içinde hafifçe çalkalanır. Bu sayede kandaki artık maddeler arındırılır ve kan geri dönecek hale getirilir.
Eğer besleme yapılmak istenirse diyaliz sıvısına glikoz ilave edilir ve yine difüzyon yöntemiyle kana geçirilir. Temizlenmiş kan bir hortumla toplardamara verilir. Bütün bu işlemler sırasında diyaliz sıvısı sürekli yenilenir ve her defasında vücut sıcaklığına eşdeğer bir sıcaklıkta tutulur. Aksi halde, hasta çok fazla ısı kaybeder.
4 ila 6 Saat Arasında Gerçekleşen Yorucu ve Ağrılı İşlem
Tam bir diyaliz işlemi 4-6 saat alır ve diyaliz sıvısı pek çok defa değiştirilir. Bu işlem çoğu hastaya haftada iki veya üç defa uygulanır. Diyaliz hastalarının kesinlikle bu yorucu ve ağrılı seanslara devam etmeleri gerekir.Ancak bilinmelidir ki, diyaliz hiçbir şekilde böbreğin yerini tutmamaktadır.

En etkili şekilde çalışan diyaliz makinelerinde bile hastanın yaşamı ancak birkaç sene kadar uzatılabilmekte ve hastaların çoğu belli bir zaman sonra hayatlarını kaybetmektedirler.

Kanı Temizleme İşleminde Taklit Edilemeyen Etten Cihaz: Böbrekler
İnsan vücudundaki herşey olabilecek en mükemmel şekilde tasarlanmıştır. Teknoloji kullanılarak yapılan tüm araştırmalarda ulaşılmaya çalışılan sonuç, insan vücudundaki tasarımın bir benzerini üretebilmektir. Ancak vücudumuzda olduğu kadar küçük alanlara, aynı özelliklere sahip teknolojinin yerleştirilmesi henüz mümkün olmamaktadır.
Böbrekler Nasıl Çalışır?
Böbreklerin üstlendikleri görevlerden biri, kanı temizlemektir. Böbrekler, temizlenen kanı vücuda geri gönderir, geride kalan atıkları ise vücuttan atar. Bir başka deyişle böbrek, kendisine gelen maddelerin hangisinin vücuda yarayacağını, hangisinin atılması gerektiğini bilir. Proteini, sodyumu, glikozu, gelen kandaki diğer maddelerden kolayca ayırt edebilir.

Peki bunu nasıl başarır?
Böbreklerde gelen kanı süzen bölüme "glomerül" adı verilir. Bu bölüm, kılcal damarlardan oluşan yumak şeklinde bir yapıdır. Buradaki kılcal damarların, vücudu saran diğer kılcal damarlardan farkı, üç katmanla sarılmış olmasıdır.
Böbreklerden hangi maddelerin atılacağına, hangi maddelerin vücuda gönderileceğine karar veren, üç katmanlı bu bölmedir. Glomerül bölgesinin seçiciliği, sıvının içindeki moleküllerin elektrik yüklerine ve büyüklüklerine bağlı olarak belirlenir. Bunun anlamı şudur: Glomerüller, sıvının içinde karışık olarak bulunan sodyum ile glikozun molekül ağırlığını hesaplama ve proteinlerin negatif elektrik yüklü olduklarını adeta tespit edebilme yeteneğine sahiptir.
Glomerüllerin bu özelliği, vücut için hayati öneme sahip olan proteinlerin vücuttan atılmayıp, geri alınmasını sağlamaktadır.
En uygun miktarda ayarlama
İnsanın varlığından bile haberdar olmadığı birçok maddenin vücut içindeki miktarını da böbrekler ayarlar. Örneğin çoğu insan, vücut dokularında veya kanında sodyum molekülleri bulunduğunu bilmez. Ancak böbrekler bu maddenin kandaki yoğunluğunu gece gündüz sürekli kontrol altında tutarlar. Böbreklerde kandaki sodyum miktarından sorumlu algılayıcı hücreler bulunmaktadır.
Eğer sodyum miktarında bir düşüş olursa, sodyum algılayıcı hücreler durumu derhal böbreklerde bulunan sodyum emici hücrelere haber verirler. Bir hücrenin kendisini belirli bir maddenin miktarını ölçmeye adaması oldukça şaşırtıcıdır. Şaşırtıcı olan bir başka nokta ise, hücrenin fark ettiği bir değişikliği başka hücrelere haber verme bilincine sahip olmasıdır.
Mucizeden Farksız Bir Sistem
Kandaki hayati moleküllerde meydana gelen herhangi bir eksiklik hemen ilgili bölümlerce tespit edilir ve eksikliğin giderilmesi için gerekli çalışmalara başlanır. İlgili hücrelere hemen bir mesaj gönderilir, hücreler tıpkı şuurlu insanlar gibi bu emri anlar, itaat eder ve gerekli tedbirleri alırlar. Çok kısa zaman dilimleri içinde gerçekleşen bu kusursuz haberleşme sayesinde insan sağlığı güvence altına alınmış olur.
Böbreklerde bulunan hücrelerin her birinin teker teker ne yapacaklarını bilmeleri, diğer hücreler ile organize olmuş bir şekilde hareket etmeleri, kendilerine ulaşan mesajı okuyup anlayabilmeleri ve verilen emri yerine getirmeleri gibi detaylar düşünüldüğünde tüm bu olaylar zincirinin başlı başına bir mucize olduğu açıktır.Hepsini Allah üstün bir akılla yaratmıştır.
Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara Suresi, 153)
Onlarsabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir. (Nahl Suresi, 42)

Kanser olan Steve Jobes ölümün bir adım uzakta olduğunu nasıl anlatıyordu?

Kanser olan Steve Jobes ölümün bir adım uzakta olduğunu nasıl anlatıyordu?
Steve Jobs her gün ölümün ne kadar yakın olduğunu düşünüyordu, böylece dünyada herşey anlamını yitiriyordu...

Steve Jobs, Standford Üniversitesi’nde 2005 yılında yapılan diploma töreninde şöyle anlatıyordu ölümle ilgili düşüncelerini:
“Doktorumun bana pankreas kanseri olduğumu söylediği işte o an ilk kez bu kadar yaklaştım ölüme. Umarım bu ana, uzun yıllar boyunca bu denli yaklaşmam. Fakat ölümle yüzyüze gelmiş bir kişi olarak size şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, ölüm sadece entelektüel bir kavramdır. Ancak hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyen bir kimse bile oraya gitmek uğruna ölümü seçmez. Fakat ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle olması gerekir de... Çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisidir. Yaşamın tek ve gerçek değişim aracıdır...
Şu anda yeni olan sizsiniz, ancak çok da uzak olmayan bir gün, 'eski olan' da siz olacaksınız ve sizin de gideceğiniz yol budur.
"Eğer her günü, o gün yaşamının son günüymüş gibi yaşarsan, bir gün kesinlikle doğruyu yapmış olacaksın. Bu söz beni öylesine etkiledi ki, o günden bu yana geçen otuz üç yılda her sabah aynaya bakar ve kendime sorarım: 'Bugün yaşamımın son günü olsaydı, gün boyu yapacaklarımı gerçekten yapmış olmak ister miydim acaba?' Bu soruma 'Hayır' yanıtlarım arttıkça, bir şeyleri değiştirmem gerektiğinin farkına varırım ve yaptıklarımı ciddi bir biçimde denetleyerek, tek tek gözden geçiririm.Eninde sonunda öleceğimi düşünmek, yaşamda büyük seçimler yapmama yardımcı olan en önemli etkendir. Çünkü yaşadığımız dünyaya ait tüm beklentilerimiz, gurur, kibir, her türlü sıkıntı, başarı, başarısızlık gibi 'bu dünyanın sözüm ona önemli işleri', ölüm söz konusu olduğunda bir anda tüm önemlerini yitiriyorlar, sözcüğün tam anlamıyla kocaman bir "hiç" oluveriyorlar. Bir gün öleceğimizi unutmamak, kaybedeceğimiz bir şeylerin olduğunu düşünme tuzağından kurtulabilmemiz bildiğim en gerçekçi yöntemdir...”
Açıkçası ben kendi alanında bir deha olan Steve Jobs’un ölümü, kaderi, dünya hayatının ne kadar boş olduğunu, bir gün gelip de herşeyi bırakıp gideceğimizi kavramış olduğunu görüyorum. Eğer ölüm varsa dünyadaki herşey işte böyle anlamını yitiriyor. İsterseniz Apple’ın patronu olun, isterseniz uzaya çıkın, isterseniz tüm dünyanın kasalarına sığmayacak kadar servet sahibi olun. Eğer bir gün ölüp hesap vereceğinizi bilmiyorsanız, eğer ölümden sonra gerçek hayatın başladığını bilmiyorsanız, eğer bu dünyanın sadece beynimizde bir görüntü olarak yaratıldığını görmüyorsanız o zaman birçok şeyi farkedemiyor, gaflet içinde yaşamaya devam ediyorsunuz demektir. Steve Jobes o gaflet perdesini, yani derin uyku perdesini yırtmış bir insandı, birçok gerçeği kavramış bir insandı. Umarım asıl hayatın gözlerimizi kapadığımız andan itibaren başladığını ve asıl bu hayatımızın sonsuza kadar hiç bitmeden devam edeceğini de farketmiştir.
“Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” [Âli İmran Suresi, 185.ayet]

Hiç düşündünüz mü, bilgiler beyninizde hangi moleküllerin içinde saklanıyor olabilir?

Hiç düşündünüz mü, bilgiler beyninizde hangi moleküllerin içinde saklanıyor olabilir?
Sadece et parçası olan beyinde olmayan bilgiler saklanıyor!

Hiç düşündünüz mü, öğrendiğimiz onca bilgibeynimizde nasıl saklanıyor? O kadar bilgi nerede depolanıyor ve istediğimiz anda yerinden çıkarılıyor? Şunu bilmek gerekir ki bilgi, beyindeelektrik akımına dönüştürülmüş şekilde milyonlarca elektrik devre oluşturarak, elektrik akımı olarak dolaşır, iletilir, aktarılır, depolanır. Beyinde yeni bir bilginin aktarılmaı veya öğrenilmesi ‘sinaps’ denilen devre bağlantılarla mümkün olur.
Yetişkin bir insanın beyni, yaklaşık 1350-1400 gram ağırlığındadır. Buna karşın beyin 100 süper bilgisayarın bilgisini içerebilir. Beynin temel birimi, ‘nöron’ olarak adlandırılan sinirhücreleridir. Sinir sisteminin ana işini yürüten hücreler olan nöronlar, istisnaları olmak üzere, bir gövde, ağaç gibi yan dallar (dendrit) ve bir de, bazen dallanabilen ve hücrenin “kararlarını” diğerlerine ileten, tek bir uzantı (akson)’dan oluşurlar. Sinir hücreleri birbirleri ile sürekli ilişki halindedirler. Bu sıkı ilişki, sinirsel işlevin temelini oluşturan bilgi akışını sağlar. Hücreler arası bu bilgi geçişini sağlayan noktalara ‘sinaps’ adı verilir.

Sinapsların hemen hepsi bilginin iletimi işlevinden sorumludur. Kısacası, nöronlar kendi aralarında bağlantılar kurarak, elektrik devrelerine benzer yollarla iletişim sağlayıp, beyin işlevlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ana elemanlardır.
Parka yürüyüşe gittiğinizi düşünün: Havayı, birlikte olduğunuz insanları, onlarla konuştuklarınızı ve yediğiniz dondurmanın tadını hatırlıyor olabilirsiniz. Hafızayı oluşturan bütün bu bilgiler beyninizin birçok bölümünde toplanır. Bu alanlar, örneğin; birşeyin sıcaklığı, tadı ya da yüz tanıma ve dil ile alakalı olan çeşitli kısımlar olabilirler.
Bildiğimiz gibi beynimiz farklı kısımlardan oluşur. Bu kısımların bazıları hafıza bakımından önemlidir. Beynin “hipokamp” bölgesi hafızayı oluşturan önemli kısımlardan biridir. Bu bölge limbik sistem’in (beyin kabuğunun altında kalan yapılardan bazıları, ara beynin etrafında onu bir halka gibi saran, işlevsel bir birliktelik oluşturmuşlardır. Bu yapıya, özel olarak limbik sistem adı verilir) bir parçası olup, hafıza ve bilgi transferinde rol oynar. Bunun yanı sıra, eski ve yeni bilgilerin veya yaşantıların serebral korteks’in ya da beynin en geniş ve en dış tabakası olan ‘boz madde’nin farklı alanlarında depolandığı da düşünülmektedir.
Hipokamp bölgesi bilgilerin kalıcı hafızaya geçip, geçmeyeceğine karar veren merkezdir. Ve işte şurası ilginçtir ki, çeşitli şekillerle bize ulaşan bilgiler, verdiğimiz önem derecesine göre beyne kaydolmaktadır. Merak ve ilgi duymadığımız, önemsemediğimiz; kısacası duyguların hareketlenmediği olaylarda gelen bilgiler düşük frekanslı elektrik sinyalleri şeklindedir. Burada asıl düşünülmesi gereken bütün bunlara bir et parçasının karar vermesidir. Baktığınızda ortada bilgi de yoktur, sadece elektrik akımı vardır. Sonuçta önem vermediğimiz konular sonucunda zayıf sinaptik bağlar oluşur ve beyin korteksine kayıt işlemi gerçekleşmez. Çünkü böyle durumlarda alıcılar (duygular) harekete geçmemektedir. Duyguların uyandığı olaylarda ise hipokamp hareketlenmekte ve kortekse kayıt işlemi tamamlanmaktadır.
Dış beyin kısmını teşkil eden korteks, beynin düşünen, konuşan, yazan, yeni buluşlar yapan, merak eden, plân yapan, öğrenmenin, zekanın ve hafızanın oluştuğu bölüm olup, sınırsız bir kapasiteye sahip görünmektedir. Üzerindeki görme, duyma ve diğer algılama merkezleriyle ve dış dünyayla sürekli iletişim halinde bulunur. Bu kapasiteyi nöronlar arasında kurulan ilişkiler sağlamaktadır.

Diğer bir deyişle, merak ve ilgi eksenli bilgiler, duyguları uyandıran olaylar olduğundan, orta beyindeki hipokamp, giriş vizesi vermekte, bilgiler beyin korteksi üzerine kaydedilmektedir.
Şimdi beraber düşünelim.. Eğer beyin, bilgiyi duygumuzu uyandırıp uyandırmadığına göre depolayıp depolamayacağına karar verecek şekilde tasarıma sahipse, beyni yönlendiren neticede duygularımızsa... varlığımız ve hafızamıza yön veren RUH değil midir ? Peki bu tasarımın sahibi KİM olabilir? Bütün bu detayların tesadüfen oluşamayacağı ortadayken bütün bunları yaratan KİM?
“Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup sakının, diye uyarın." [Nahl Suresi, 2.ayet]
“Sana ruh'tan sorarlar; de ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir." [İsra Suresi, 85.ayet]

Peki ama nasıl tad alıyoruz?

Peki ama nasıl tad alıyoruz?
Çocukluğunuzdan beri yediğimiz elma, her zaman aynı elma öyle değil mi? Hiçbir zaman elmanın tadına şaşırmaz, ilk defa yiyormuş hissine kapılmayız. 10 gün önce yediğimiz yemeğin de tadı hala aklımızda. Aynı yemeği tekrar yesek, tadını hemen hatırlar ve aynı lezzeti alabiliriz. Ama burada çok ilginç olan durum var: bugün dilinizde bulunan tathücrelerinin 10 gün öncekilerden tamamen farklı olduğunu biliyor musunuz?
Tat hücreleri sürekli olarak yenilenen hücrelerdir. Aşırı sıcak veya aşırı soğuk yiyecek ve içecekler, asitli besinler, koyu bir kahve veya bir bardak greyfurt suyu onları büyük ölçüde yıpratır ve kısa bir süre içinde ölmelerine neden olur. Tat hücreleri ölür, fakat hemen o anda tat tomurcuğunda olgunlaşan yeni hücreler, eskilerin yerini alırlar.
Bu işlem öylesine hızlı ve öylesine profesyonelce gerçekleşir ki, bazen akşam yemeğinde kullandığınız tat hücreleri kahvaltıdakilerden farklıdır. Ama siz, aynı şeyleri yemiş olsanız da, bunların tadını yadırgamazsınız. Çünkü yeni üretilen hücre, tam olarak eski hücrenin sahip olduğu bilgilerle donatılmıştır.
Bu elbette olağanüstü bir olaydır. Bunun için bir hücrenin hafızaya sahip olması, tattığı her yemeği hatırlaması gerekmektedir.Bedeninizdeki diğer hücreler de sürekli olarak yenilenirler.Ama hiçbir zaman gözlerinizin şeklinde veya renginde, burnunuzun görünümünde bir değişiklik olmaz. Yeni üretilen hücreler, hiçbir zaman yanlış bilgiyi almaz, hiçbir zaman yüzünüzün veya vücudunuzun herhangi bir yerinde şekil bozukluğuna sebep olmazlar.
Peki Nasıl Tat Alıyoruz?
Yapılan araştırmalara göre, dilimizin üzerine konulan bir şeyin tadını algılamamız sadece 0.2 - 0.5 saniye sürmektedir.
Gelişmiş bir mikroskop altında incelendiğinde, dilde ilk göze çarpan sözü edilen yapısal düzenlemenin varlığı olacaktır. En küçükten en büyüğe doğru sıralama şu şekildedir: Tat hücresi, tat tomurcuğu ve papilla.
Dilde toplam 10.000 civarında tat tomurcuğu vardır. Her tat tomurcuğunda sayıları 50 ile 100 arasında değişen tat hücreleri yer alır.
Bu sayılar, yaratılıştaki dengeyi göstermesi açısından önemlidir. Çünkü tat hücreleri ve tomurcuklarının sayıca normalin altında olması durumunda tat alma yeteneği azalmakta, hatta kaybolmaktadır; normalin üstünde olması durumundaysa alışılmış tatların aşırı tatlı veya acı şeklinde algılanması söz konusu olmaktadır.
Gözümüzü kapayıp açmamızdan daha kısa sürede gerçekleşen tat alma işlemi, yediğimiz besinlere ait tat bileşiklerinin tükürük içinde erimeleriyle başlar.
Tuzlu gıdaların tadının daha hızlı alınmasının nedeni, tuzun tükürük içinde diğerlerine göre daha çabuk erimesidir. Hatta besinlerin kokusunun alınmasıyla tükürük bezleri sıvı salgılamaya başlar ve dil tat almaya hazır hale gelir.
Tat almadaki her detay gibi, tükürük bezlerinin sıvı salgılaması da önemlidir. Düşünün ki bu salgı olmasaydı, kuru besinlerin tadını alamayacaktık.
Bu salgı, sindirim ve savunma sistemlerine yardımcı olan protein ve enzimler içermektedir. Bu salgının üzerinde yapılan tüm araştırmalar, sıvının yapısının oldukça kompleks olduğunu ortaya koymaktadır.
Yiyeceklerden gelen tat molekülleri ile dildeki tat hücreleri arasındaki haberleşme, hücrenin tepesindeki mikrovillus denilen tüy benzeri yapılarda kurulur.
Tat bileşikleri, aynı zamanda haberci moleküllerdir; görevleri, taşıdıkları mesajı, tat hücresinin zarının üzerindeki reseptörlere veya iyon kanallarına iletmektir.
Pek çok farklı tat bileşiğine karşılık, farklı haberleşme yolları mevcuttur. Yani tatlı, ekşi, acı, tuzlu gibi farklı tatlar için değişik iletişim ağları kurulur. Diğer bir ifadeyle, tat hücreleri birden çok sayıda haberleşme yöntemine sahiptir.
Tuzluluk ve ekşiliğe dair haber taşıyan tat molekülleri, doğrudan doğruya tat hücresinin zarındaki iyon kanallarıyla bağlantı kurarlar. Tatlı, acı ve diğer tat molekülleri ise hücre zarındaki reseptörlere bağlanırlar.
Sonuç olarak da bu uyumlu ve benzersiz yaratma sayesinde farklı tatları en mükemmel şekilde algılamış oluruz.
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir. (Hac Suresi, 5)

Hz. Mehdi ve Hz. İsa ilk çıktıklarında tanınmayacaklar

Hz. Mehdi ve Hz. İsa ilk çıktıklarında tanınmayacaklar
Hz. Mehdi peygamberimizin hadislerine göre veBediüzzaman’ın sözlerine göre çıktıktan sonra neredeyse 40 yıl boyunca tanınmayacak, Allah onu gözlerden saklayacak. O gözlerden gizlendiği için İslam’ı sürekli yaymaya devem edecek. Hz. İsa’da 2000 yıl sonra tekrar yeryüzüne döndüğünde insanlar tarafından tanınmayacak, çevresinde samimi bir topluluk oluşacaktır. O da tıpkı Hz. Mehdi gibi gizliden gizliye faaliyetlerini sürdürecektir.
İmam Rabbani Hazretleri Hz. Mehdi’nin zuhurunun YÜZYIL BAŞLARINDA OLACAĞINIbildirmiş, kendi döneminde yüzyıl başından on sekiz sene geçmiş olmasına rağmen bu zuhurun gerçekleşmediğini ifade etmiştir:
Halbuki bu doğuş, Mehdi'nin zuhuru zamanında olacak zuhur değildir. Zira, ONUN ZUHURU, YÜZ BAŞLARINDA OLACAKTIR. Şu anda dahi, yüz başını, on sekiz sene geçmiş vaziyettedir.İmam-ı Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, 381. Mektup, s.1184
İmam Rabbani Hazretleri’nin “ONUN ZUHURU YÜZ BAŞLARINDA OLACAKTIR” ifadesi HZ MEHDİ’NİN ZUHUR ALAMETLERİNİN YÜZYIL BAŞLARINDA TAHAKKUK ETMEYE BAŞLAYACAĞI ANLAMINDADIR, yoksa yüzyıl başında Hz. Mehdi hemen zuhur edecek, İslam ahlakı hemen hakim olacak ve Hz. Mehdi görülür görülmez hemen halk tarafından tanınacak ANLAMINDA DEĞİLDİR. 
Nitekim İmam Rabbani Hazretlerinin söylediği gibi HİCRİ 1400 YILINDAN GÜNÜMÜZE KADAR OLAN 30 YILLIK SÜREÇ İÇERİSİNDE HZ. MEHDİ’NİN ZUHURU İÇİN PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN BAHSETTİĞİ HEMEN HEMEN BÜTÜN ALAMETLER ÇIKMIŞTIR.
İmam Rabbani Hazretleri’nin bu sözünde kullandığı “ŞU ANDA DAHİ, YÜZ BAŞINI, ON SEKİZ SENE GEÇMİŞ VAZİYETTEDİR.” ifadesi de önemlidir. İmam Rabbani Hazretleri bu sözüyle eğer ki Mehdi çıkmış olsaydı, keşif ve keramet sahibi veli bir insan olarak kendisinin de yüzyıl başından o ana kadar geçen 18 yıl içerisinde yaşanan zuhur alametlerinin tahakkukundan Hz. Mehdi’yi imanın nuru ile hissedeceğine ve farkedeceğine işaret etmektedir. Oysa ki İmam Rabbani Hazretleri’nin kendi döneminde yüzyıl başını onsekiz sene geçmiş olmasına rağmen Hz. Mehdi’nin çıkış alametleri gerçekleşmemiş, dolayısıyla Hz. Mehdi’de zuhur etmemiştir.
Dolayısıyla İmam Rabbani Hazretleri Hz. Mehdi zuhur eder etmez İslam ahlakının bütün dünyaya hakim olacağı, dolayısıyla da Hz. Mehdi’nin bakan herkes tarafından hemen tanınacağı yönünde bir izahta ve imada bulunmamaktadır. Ancak kendisi gibi derin ilimlere sahip veli şahısların Hz. Mehdi’yi farkedebileceklerine dikkat çekmektedir.
Hz. Mehdi ilk zuhur ettiğinde herkes tarafından hemen tanınmayacağı, halkın arasında olmasına rağmen bilinmeyeceği ancak KEŞİF VE KERAMET SAHİBİ VELİ İNSANLARIN ONU İMAN NURUNDAN, İMANIN DERİNLİĞİNDEN VE İMAN HEYBETİNDEN TANIYABİLECEKLERİ Said Nursi Hazretleri’nin ifadelerinden de anlaşılmaktadır:
Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE İSE O EŞHAS (yani ahir zamanın mühim şahısları –HZ. MEHDİ ve HZ. İSA  hattâ o müthiş Deccal dahi ÇIKTIĞI ZAMAN ÇOKLARI, HATTÂ KENDİSİ DE BİDAYETEN (BAŞLANGIÇTA) Deccal olduğunu BİLMEZ. BELKİ NUR-U ÎMÂNIN DİKKATİYLE, O EŞHAS-I ÂHİR ZAMAN (yani ahir zamanın mühim şahısları HZ. MEHDİ ve HZ. İSA TANINABİLİR.(Sözler, ss. 343-344)
İmam Rabbani gibi keşif ve keramet sahibi veli bir insan olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Mektubat adlı eserinde Hz. İsa’nın da yeniden dünyaya geldiğinde hemen herkes tarafından bilinemeyeceğini, ancak yakınındaki DERİN İMANLI TALEBELERİ TARAFINDAN İMANIN NURU İLE TANINACAĞINI ifade etmiştir:
... HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM GELDİĞİ VAKİT, herkes ONUN HAKİKÎ ÎSA, olduğunu bilmek lâzım değildir. ONUN MUKARREB VE HAVASSI (derin imanlı yakın talebeleri), nur-u iman (imanın ışığı) ile ONU TANIR. Yoksa bedahet (birdenbire ve açıkça) derecesinde HERKES ONU TANIMAYACAKTIR... Mektubat, s. 60
... SONRA HZ. MEHDİ ALEYHİSSELAM HZ. YUSUF’A BENZEMEKTE ve ONUN (HZ. MEHDİ’NİN) HALKI GÖRDÜĞÜNÜ AMA HALKIN ONU (HZ. MEHDİ) GÖREMEDİĞİNİ ve Hz. Ali’nin de buyurduğu gibi GÖKTEN NİDA OLUNANA DEK ONUN (HZ. MEHDİ’NİN) GÖRÜLMEYECEĞİ KESİNDİR.(Şeyh Muhammed b.İbrahim-i Numani, Gaybet-i Numani s. 167)
"Ebu Basir der ki: İmam Muhammed Bakır Aleyhisselam'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Bu GAYBETİN (MEHDİ’NİN) SAHİBİNDE DÖRT PEYGAMBERİN SÜNNETİ VARDIR:... Dedim ki: "HZ. YUSUF’UN SÜNNETİ NEDİR?" BUYURDU Kİ: "ZİNDAN VE GAYBET."... (Şeyh Muhammed b.İbrahim-i Numani, Gaybet-i Numani s. 190)

Hz. Mehdi’nin gelişinde şüphe yoktur!

Hz. Mehdi’nin gelişinde şüphe yoktur!
Peygamberimiz ahir zamanda gelecek olanHz. Mehdi ile ilgili muazzam detaylar vermiştir. Peygamberimiz tarafından detaylı olarak Hz. Mehdi’nin tarif edilmesi Hz. Mehdi’nin gelişinin inkar edilmesini imkansız kılar. İşte bu ahir zamanda Hz. Mehdi geldiğinde düzenlerinin bozulacağını düşünen yobazları, münafıkları kahrediyor. Peygamberimiz Hz. Mehdi’nin çıkış alametlerini de tek tek saymış, bunların da hepsi arka arkaya gerçekleşmiştir. Hz. Mehdi ile ilgilihadislerin sahih olduğu, mütevatir olduğu bakın hadislerde nasıl anlatılıyor:
"Tevatür", kelime anlamı olarak "kuvvetli haber, içinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber" demektir. (Büyük Lugat-Tür-Dav, 3003) Hadis bilimcilere göre; bir haber birçok kişi tarafından rivayet edilmişse ve bu ravilerin biraraya gelip, haber uydurmaları, durumları itibarıyle mümkün değilse buna "Mütevatir" haber denilir.Birçok İslamalimi, Peygamberimizin Hz. Mehdi ile ilgili hadislerinin mütevatir olduğunu bildirmiştir:
İbni Hacer Askalani Fethü'l-Bari'de; Hz. Mehdi'nin bu ümmetten olacağı ve Hz. İsa'nın onun arkasında namaz kılacağına dair hadisler tevatür etmiştir, der. Şevkani de İsa'nın ineceğine dair hadislerin sayısının 29'a ulaştığını söyleyerek, bunları bir bir nakletmiş ve sonunda: "Bizim naklettiğimiz hadisler görüldüğü gibi tevatür haddine ulaştı. Bu beyanımızla şu sonuca varılıyor ki, beklenen Hz. Mehdi hakkındaki hadisler, Deccal hakkında hadisler ve İsa'nın inmesine dair hadisler mütevatirdir" demiştir. 1
Hz. Mehdi'nin geleceğine dair olan sahih hadisler tevatür niteliğini taşımaktadır.2
 
Onların zannına göre, Hz. Mehdi vefat etti; geçti gitti... Halbuki, bu babda gelen sahih hadis-i şerifler meşhurdur. Hatta tevatür-ü manevi derecesinde olup, taifenin sözlerini tekzip etmektedir. 3
Hz. Mehdi (a.s.)'nin geleceğine dair Resulullah'dan tevatür düzeyinde birçok hadis rivayet edilmiştir... 4
Hz. Mehdi'nin varlığı ve ahir zamanda zuhur edeceği, Peygamber ailesinden ve Fatıma oğullarından oluşu, tevatür ölçüsüne ulaşan hadislerle açıklanmıştır ve bu hadisleri inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur... Tevatür ölçüsünü aşan, doğru ve açık hadislerde, Hz. Mehdi'nin Fatıma soyundan olup, dünya sona ermeden zuhur edeceği, zulüm ve haksızlıkla dolmuş olan dünyaya, adalet ve hakkaniyet getireceği, onun zamanında İsa Mesih'in gökten ineceği ve onun önderliğinde namaz kılacağaı kanıtlanmış bulunmaktadır.5
Kıyamet gününün en büyük alametlerinden birisi de, hakkında tevatür derecesini aşacak derecede hadis bulunan bir kişinin zuhur edeceğidir. Birçok hadis hafızları, Hz. Mehdi'nin Peygamber soyundan olduğunu kabul etmişlerdir, böyle mütevatır bir konuya sırt çevirmek yakışık almaz. Hak ehlinin inancına göre, Hz. Mehdi, İsa Mesih'ten ayrıdır. Hz. Mehdi, Mesih'ten önce zuhur edecektir. Bu konu Sünni bilginleri arasında, onların inancından sayılacak kadar yaygınlık kazanmıştır.6
Muhammed b. Ali Şevkani, "et-Tavzih..." isimli kitabında şöyle söylemiştir: ...Bunlar (Hz. Mehdi, Deccal ve Mesih ile ilgili rivayetler) hiç kuşku yok ki, mütevatır hadislerdir, Peygamber'in buyruğu hükmündedir... Buna göre, Deccal ve Mesih hakkındaki rivayetler mütevatır olduğu gibi Hz. Mehdi hakkındakiler de mütevatırdırlar...7
...Hz. Mehdi hakkındaki hadisler tevatür ölçüsünden çoktur. "Sünen", "Mesned" ve "Mu'cem" kitaplarında mevcuttur. 8
Kaynaklar:
  1. (Sünen-i İbn-i Mace 10/338)
  2. (Kıyamet Alametleri, s.193)
  3. (Mektubat-ı Rabbani, 2/250)
  4. (eb'ul-Hasan Muhammed b. Hasan el-Überi  Sicistani, Menakıb'üş-Şafii/Dr.G.Hüseyin Tacirineseb, Mehdilik ve İmam Mehdi, s.88 ve 405)
  5. (Şerif Muhammed b. Resul Berazenci Medeni, el-işae, s.184 ve 305 / Mehdilik ve İmam Mehdi, s.328)
  6. (Şemseddin Muhammed b. Ahmed Sefareyni, Levaih'ül-Envar'ülBehiyye şehri, C.2, s.74-76-86'dan özet)
  7. (Muhib b. Salih el-Bureyni, Ikd'üd-Dürer fi Ahbar'il-Muntazar, s.14-15 / Ebu Tayyib Muhammed Sıddık Kunuci, el-İzaetü... s.95 ve 130 / Mehdilik ve İmam Mehdi s.329)
  8. (M.Sıddık b. Hasan Kunuci, el-İzaetü... s.94)