3 Ağustos 2013 Cumartesi

100 milyon insanın ölümüne neden olan kara ölüm: Veba

100 milyon insanın ölümüne neden olan kara ölüm: Veba
Kara ölüm veba milyonlarca insanın ölümüne neden oldu.

Bugüne kadar insanlığın başına gelen en büyük felaketler hangileridir diye düşündüğümüzde aklımıza öncelikli olarak savaşlar, yani insanların dünyevi hırsları uğruna birbirlerini ortadan kaldırmak için gösterdikleri büyük çaba gelir ancak bildiğimiz yakın tarihin öyle bir dönemi var ki, dünya toplam nüfusu 500 Milyon iken bir mikropla yayılan büyük bir salgın 100 Milyon insanın yok oluşuna neden olmuş ! Bugünkü nüfusla ve etkileriyle karşılaştırılacak olursa, bu yaklaşık 3 milyar insanın toplu ölümü anlamına gelir. 
Manzara da şu olur; dışarı adım attığınız her an sokaklarda hasta, ölmek üzere, ölüp de henüz kaldırılamamış insanlarla dolu olduğu, hastanelerin artık yetişemediği, dolup taştığı, işletmelerde çalışacak insanların zor bulunduğu, her şeye karantina uygulandığı, şehir dışına, ülke dışına çıkışların yasaklandığı, ilaçların kara borsaya düştüğü, ekonomilerin hastalıktan dolayı çok olumsuz etkilendiği, herkesin maske ile, eldivenle ve özel koruyucu kıyafetle dolaşmak zorunda kaldığı, hayvanların toplu olarak yok edildiği vb görüntülerle karşılaşırsınız. 
İşte Dünya tarihinin ve özellikle Avrupa’nın 1300-1450 yılları arası o zamanın koşullarıyla yaşadığı tam da bunun gibidir. Tüm dünyada ortalama 150 yıl süren Kara Ölüm; “Yersinia pestis” adı verilen bakterinin yol açtığı salgın hastalıkların dünya nüfusunun üçte birini ortadan kaldırması olayıdır.Çoğunlukla Batı Avrupa’da yaygın olan hastalık mikrobu, fareler ve pireler aracılığıyla yayılmıştı. Kurbanlarını feci şekilde ortadan kaldıran hastalıkları tedavi etmek dönemin tıbbi imkânlarıyla mümkün olmayınca insanlar farklı çözümler aramışlardı: Taşıyıcı olduğu sanılan insanlar yakılıyor, Almanların hastalıkların sorumlusu olarak gördükleri Yahudiler katlediliyordu. 
14. yüzyılda ilk olarak Orta Asya ve Hindistan’da ortaya çıktığı tahmin edilen Yersinia pestis mikrobu, genişleyen ticaret yolları üzerinden tüm dünyaya yayılmıştı. Mikrop en büyük kayıpların yaşandığı Avrupa’ya, Asya’dan tahıl ve eşya getiren gemilerin taşıdığı fare ve pire gibi hayvanlarla taşınmıştı. Asya ile en büyük hacimli deniz ticareti Cenevizliler tarafından gerçekleştiriliyordu. Sicilya limanlarına ulaşmaya çalışan Cenevizli ticaret gemilerinde bulunan tüm mürettebat hastalığa yakanmıştı. Bu gemilerden bazılarına açık denizde hareketsiz ya da kıyıya oturmuş vaziyette rastlanıyor, içine girildiğindeyse tüm mürettebat ölü bulunuyordu. Halkın bu gemileri yağmalamasıysa, hastalığın yayılmasına katkıda bulunuyordu. Öyle ki hastalık önce tüm İtalya’yı sarmış, oradan da sırasıyla Fransa, İspanya, Portekiz, İngiltere ve İskandinavya’ya ulaşmıştı. 
Hastalığın tüm Avrupa’ya yayılmasının ardından yaşanan olaylara şahitlik eden Sienalı Agnolo di Tura şöyle diyordu: “Yüzlerce insan gece gündüz ölüyordu. Herbirini kazdığımız hendeklere atıp üzerlerini toprakla örtüyorduk. Hendekler kısa sürede dolunca hemen yenilerini kazıyorduk. 5 çocuğumu kendi ellerimle gömdüm. Hayatta kalanlar dünyanın sonunun geldiğine kanaat getirmişti.” 
Hastalığın özellikle Avrupa’da yayılmasının ve en büyük etkisini göstermesinin bir başka önemli nedeni; o dönemde Avrupa’da hâkim olan pislik, temizlenmemedir. Bunun sonucunda fareler, pireler her yere yayılmış, tüm evleri sarmıştı. O dönemde hakim olan derebeylik sistemi fakirle zengin arasında büyük uçurumlar yaratmıştı. Yoksulluk, yeterli beslenmeme, aşırı kötü şartlarda yaşamayı beraberinde getirmişti. Derebeyler daha büyük arazilere sahip olmak için sürekli yeni araziler istila ediyor, böylece hastalık bunlarla beraber taşınıyordu. 
Her nekadar hastalık 14. yüzyılda başgöstermiş olsa da, hastalık mikrobu olan Yersinia Pestis’i tanımlamak ancak 19. yüzyılda mümkün olmuştur. Alexandre Yersin adlı bakteriyolojist, son olarak Hong Kong’da rastlanan bakteriyi araştırmış ve Enterobacteriaceae grubuna giren bakterinin ölümcül olduğunu belirtmiştir. Pasteur Enstitüsü’nde çalışan Yersin, bakteriye kendi adını verirken, ona çare olacak ilacı da burada geliştirmiştir. Birkaç gün içerisinde kurbanını ortadan kaldıran bakteri, toplu ölümlere yol açmak amacıyla bioterörizm dahilinde de kullanılmıştır. (Söz konusu bakteri Japonlar tarafından 2. Dünya Savaşı'nda laboratuvar ortamında üretilip, Çin'e karşı kullanılmak üzere hazırlanmıştır. Çin'li esirler üzerinde denemeler yapıldığı bilinmektedir) 
Genelikle pire ısırması ile bulaşan yersinia pestis bakterisinin yol açtığı hastalıklar birbirine benzeyen 3 ayrı formda kendini gösteriyordu: 
1) Bunlardan en yaygını bubonic; yani kasık ve koltuk altı lenf bezlerinin iltahaplanması hastalığıydı. Hastalığın bulaşmasından en fazla 7 gün sonra hayatını kaybeden kişiler, bu süre içinde öncelikle yüksek ateş, şiddetli öksürük, kan kusması ardından da kasık, boyun ve koltuk altında müthiş acı veren kabarma gibi semptomlar geliştiriyorlardı. Son olarak kanın zehirlenmesi ile kurban feci şekilde can veriyordu. 
2) En öldürücü olan septicemic formunda, hava yoluyla bulaşan bakteri direkt kan dolaşımını hedef alıyor, burada yayılan bakteri 3 günden az, bazen de birkaç saat içinde hastayı zehirliyor. 
3) En az görülen form Pneumonic olarak karşımız çıkıyor. Öncelikle akciğerleri kaplayan bakteri, buradan kan dolaşımına katılarak 2-4 gün içinde kurbanına can verdiriyor. Semptomlar ise; yüksek ateş, baş ağrısı, aşırı yorgunluk, nefes almada güçlük, göğüs ağrısı şeklinde ortaya çıkıyor. 
Verilen rakamlar her kaynakta farklılıklar gösterse de, her biri 75-200 milyon arası insanın hayatını kaybettiği yönünde mutabık. Hastalık mikrobunun doğduğu yer olarak kabul edilen Çin’in Hubei bölgesinde 1334 yılında 5 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. Burada 1350 yılına kadar hastalık ya da hastalık kaynaklı kıtlıklar toplam nüfusu 125 milyondan 65 milyona düşürüyor. Japonya ve Kore’de ise bu salgınlara hiç bir şekilde rastlanmıyor. Avrupa’da da 1350 yılına kadar toplam 35 milyon insan hayatını kaybediyor ve bu rakam Avrupa’nın toplam nüfusunun üçte birine karşılık geliyor. 
Doğal olarak böylesine büyük bir salgın, seçkinleride etkiliyordu: Dönemin Portekiz hükümdarı Alfonso XI of Castile yaşamını yitirirken, Avrupa’da geniş toprakların sahibi olan Peter IV of Aragon karısını ve kızını kurban veriyordu. Özellikle büyük kentlerde nüfusun yarısının ortadan kalkmış olması sıradan bir olaydı. Dağ etekleri gibi izole mekânlarda yaşayanlar salgından etkilenmezken, hastalarla tedavi amacıyla yakından ilgilenen papazlar ve manastır görevlilerinin tamamı hastalığa yakalanmıştı. 
Ülke yöneticileri hastalığın gerçek kaynağını bilmeden ve akılcı düşünmeden çeşitli önlemler almaya çalışıyordu ama boşuna.. Toplam 200.000 nüfuslu Mainz ve Cologne adlı iki Yahudi halkı 1349 Ağustos’unda Strasbourg’da katledildi. hükümetler, yiyecek stoklarını kontral altına aldı, balık avlanmasını yasakladı ve ülkelerine dışarıdan yiyecek getirilmesini engelledi. Azalan çiftçilerin ellerindeki az miktarda tahıl da krallar tarafından ordu için kulanılıyor, böylelikle bir de kıtlık başgösteriyordu. 1337 yılında İngiltere ile Fransa arasında başlayan Yüzyıl Savaşları; fakirliği, açlığı, hastalığı iyice körüklüyor, Avrupalı halk tam bir sefalet içine düşüyordu. Avrupa’nın nüfusu 1420 yılına kadar düşüyor ve ancak 1470 yılından sonra yükselebiliyordu. 
Bu salgın birçok açıdan insanlık için büyük bir sınavdı adeta. O dönemde dini inançlarını sorgulayan birçok insan ortaya çıkmış ve Kilise’nin hastalığa çare getiremediğini bahane ederek farklı inanç ve akımlar türetilmeye çalışılmıştı. Öyle ki, hedonizm (zevk düşkünlüğü) ve flagellant ( kendi kendine acı çektirme) gibi eğilimler de baş göstermişti. Tüm hastalarla o zaman din görevlilerinin ilgilenmesi ve doğal olarak istisnasız hepsinin etkilenip, çoğunun ölmesi, cahilce din ve din mensuplarına karşı bir tavrın oluşmasına neden oldu. 
Salgının sonlanmasından sonra edebiyat alanı tamamen bu alana yönelmişti. İnsan hayatının bu derece ucuzlaması üzerine edebiyatçılar, ‘anı yaşamak’ ve ‘hayattan zevk almak, yarını düşünmemek’ gibi konulara vurgu yapmaya başladılar. Simyacılardan medet uman bazı insanlar, metal karışımlarına ve bu tür alternatif yollar ve büyücülüğe yönelmişti ancak bu tür metal karışımları daha büyük zarar verdiği çok sonradan anlaşılmıştı
Neredeyse hiçbir ülkede doktor kalmamıştı; hayatta kalan doktorlar tedaviye zorlanıyor, kabul etmeyenler öldürülüyordu. Birçok doktor, hastalığın çaresi olmadığını farkedince, en azından hayatta kalabilmek için bölgelerinden uzaklaşıyordu. 
Avrupa ve dünya bu felaketten ancak 1500’lü yıllara doğru toparlanabilmeye başladı. Bilim ilerledikçe hastalık kaynağı anlaşıldı, ekonomik dengesizlikler yavaş yavaş giderilmeye çalışılsa da Avrupa’ya ta 18-19.Yüzyıla kadar kirlilik hakimdi. Bu durum ve insanların cahil çaresilziği bazı güçler tarafından çok etkin kullanıldı. Yukarıda sözünü ettiğimiz bir takım inançlar ve geçici, ani zevkler gibi görüşler benimsetilmeye, bunun üzerinden insanlar kullanılmaya çalışıldı, hala da aynı güçler bu tür yöntemlerle halk kitlelerini etkileyerek kullanmaya çalışıyor. 
Oysa ki, bugün bilimin sayesinde hastalıkların hem kaynaklarını, hem nasıl yayılabildiklerini biliyoruz, okumak ve araştırmak çok önemli. Biliyoruz ki, dünya üzerinde ortaya çıkan mikrobik ve bakteriyel salgınlar temelinde Allah tarafından yaratılmış olsalar da, amaç insanlığa bilgi öğretmek, kendi kendine dışarıdan bakmasını ve kendini düzeltmesini, düşünmesini sağlamaktır. Her başımıza gelene bu düşünce ve bilgi ile yaklaşırsak, felaketin boyutları daima küçük kalacaktır. Çünkü Allah bir hastalık veya dert yarattığı gibi, çareyi de yaratmaktadır. Önemli olan çareyi O’nda aramaktır.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder