Hastalar için gerçek şifa: Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi -8
Hastalıkla mücadele eden bir yakınınız varsa mutlaka onun maneviyatını arttırın.
Bir gün çok sağlıklısınız, ertesi gün ise sağlıksız. Bir gün doktora gidiyorsunuz, bir de bakıyorsunuz, arka arkaya bedeninizde oluşmaya başlayanhastalıklarınızı saymaya başlıyor. İşte o zaman ne kadar aciz olduğunu anlıyor insan. Şah damarından daha yakın olan Allah’ı düşünüyor, şifa verecek olanın yalnızca O olduğunu biliyor. Sağlığının kıymetini bilmeye, daha da fazla şükretmeye başlıyor. Sonuçta hepimiz bir gün gelip de mutlaka toprağa girecek bedenimize elimizden geldiği kadar iyi bakmaya çalışıyoruz, sürekli emek veriyoruz, ilaçlarla, vitaminlerle ayakta tutmaya çabalıyoruz. Bu kadar uğraşırken herhangi bir hastalıkla karşılaştığımda ben, asıl önemli olanınmaneviyat ve Allah’a teslim olmak olduğunu hiç unutmuyorum. Her zaman söylediğim gibi insanın maneviyatı ne kadar güçlüyse ruhu da, bedeni de o kadar güçlü olur. Hastalıklar karşısında çok daha dirençli olur.
Hastalıklarla mücadele eden tüm hastaların gerçek şifanın Allah’tan geleceğini mutlaka düşünmelerini tekrar hatırlatarak Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’ne devam etmek istiyorum:
ON ÜÇÜNCÜ DEVÂ:Ey hastalıktan şekvâ eden biçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir.
Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak (mutlak bir ümitsizlik) ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf ve recâ (korku ve ümit) ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir (hatırlatır), öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki, yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.
Ezcümle (özetle) , arkadaşlarımızdan-Allah rahmet etsin-iki genç vardı: Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve ferâizi (farzları) terk eden gençlere bedel, en mühim bir takvâ ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşaallah, iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum, dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşaallah, o duam, sıhhat-i uhreviye için kabul olunmuştur.
İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takvâ ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete atılsaydılar, ölüm de onları tarassut edip (kollayıp) tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı, o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir.
Bu konuyla ilgili diğer yazılarım:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder