9 Nisan 2014 Çarşamba

Dışarıda madde var mı? Yoksa beynimizin içindeki görüntüleri mi seyrediyoruz? 1


Dışarıda madde var mı? Yoksa beynimizin içindeki görüntüleri mi seyrediyoruz? 1
Dış dünyayı algılayan fiziksel beden değil ruhtur.

Bugün sabah işe geldiğimde kahvemi alıp forumlarda, bloglarda dolaşırken gerçekten çok önemli, ufuk açıcı bir makaleye rastladım. Zatenhayal vehim konusu, maddenin aslına ulaşamayıp beynimizin içindeki görüntülerle muhatap olduğumuz konusu benim de araştırdığım bir konuydu. Dış dünyada madde var mı? Yoksa biz sadece beynimizin içindeki görüntülerle mi muhatabız? Beynimizin içinden çıkıp da dış dünyaya hiç ulaşabiliyor muyuz? Beynimizin içinde elektrik sinyalleriyle oluşan görüntüleri bize kim seyrettiriyor? Bütün bu soruların cevabını bu makalede bulabilirsiniz:
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? "Gerçek Dünya" dediğimiz aslında tam olarak nedir? Rüyanızda gördüğünüz dünyanın, içinde bulunduğunuz dünyadan farkı nedir?
"Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. Ve kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz? Gökte rızkınız vardır ve size va'dolunmakta olan da." (Zariyat Suresi, 20-22)
Tüm varlıkları yaratan ve yarattığı varlıkların aslını bilen Allah'tır. Tüm varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler, insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz her şey, Allah'ın Kuran'da var olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu organları yoluyla göremez, hissedemez veya duyamazlar. Gördükleri ve hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm okullarda öğretilen bilimsel bir konudur. Örneğin şu anda elinizde bir dergi olduğunu varsayın, bu dergiyi okuyan bir insan, bu derginin aslını göremez, bu derginin aslına dokunamaz. Bu derginin aslından gelen ışık, insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. Bu elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu merkezi uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu derginin görüntüsü oluşur. Yani siz şu anda gözünüzle, gözünüzün önündeki dergide bu satırları okumuyorsunuz. Bu derginin sayfaları sizin beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor. Sizin okuduğunuz dergi, beyninizin arkasındaki "kopya dergi"dir. Bu derginin aslını ise Allah görür.
Yaşadığımız dünyaya ait algılarımızı oluşturan her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz her şeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır.Beynimizin bu yorumları sonucunda hep bedenimizin dışındaki kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 santimetre uzaklıktaki dergiyi okuduğumuzu, metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa bu saydıklarımızın hepsi, aslında bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Derginin görüntüsünden yaprakların hışırtısına kadar herşeyin beynimizin içindeki haliyle, yani elektrik sinyallerinin yorumlanmasıyla meydana gelen kopyalarıyla muhatap oluruz.
Şu çok önemli bir husustur, bu durum yani maddenin beynimizde oluşan kopyasıyla muhatap oluyor olmamız onu "yok" hale getirmez.Ancak bize, insanın muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin aslı ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir.
Ahiretteki Görüntüler Dünyadaki Görüntülerden Daha Kaliteli Olacak:
Allah'ın Halik ismi "Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tespit eden ve ona göre yaratan, yokluktan var eden" anlamındadır. Bu da bize göstermektedir ki, beynimizin dışında, Allah'ın yarattığı varlıklardan oluşan maddesel bir evren vardır. Ancak, Allah bir mucize ve yaratışındaki üstünlüğün ve sonsuz ilminin bir tecellisi olarak, bu maddesel evreni bize bir "hayal", "gölge" veya "görüntü" gibi izlettirir. Allah'ın yaratışındaki mükemmelliğin bir sonucu olarak, insan beyninin dışındaki dünyaya asla ulaşamaz. Bu gerçek maddesel evreni bilen sadece Allah'tır.
Allah Halik sıfatıyla insanları anne karnında yarattığı ilk andan itibaren onlar için sonsuzluk da başlamıştır. Dolayısıyla dünyada Allah’ın yarattığı görüntüler sonsuzluk içinde ahirette yaratılmaya devam edecektir. Ancak aradaki fark, ahirette yaratılacak olan görüntülerin dünyadakinden çok daha kaliteli olacak olmasıdır.Dünyadaki görüntüler de ahiretteki görüntülere benzer, fakat ahiretteki görüntülerden daha düşük kalitededir. Rabbimiz ahirette görüntülerin netleşeceğine bir ayette şöyle dikkat çekmektedir:
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir." (Kaf Suresi, 22)
Ayette bildirilen netleşmenin yanı sıra görüntüler ahirette Allah’ın izniyle kusursuz hale de gelecektir. Rabbimiz’den iman eden kullarına bir rahmet olarak mükemmel ve hatasız, bozulmayan, eskimeyen, kaybolmayan, unutulmayan, isteğimize göre değişen görüntüler yaratılacaktır. Böylelikle dünyada güzele ve mükemmele olan özlemimiz, karşılığını ahirette bulmuş olacaktır.
Maddenin ve mekanın beynimizdeki bir algı olduğunu anlayan insan, diğer insanların bilmediği çok önemli bir sırrı daha kavrar: Dünyada geçerli olan sebep-sonuç ilişkileri, maddenin fiziksel özelliklerinin sonucunda veya insanlar arasındaki ilişkilerin neticesinde oluşmamaktadır. Her fiziksel etki, ayrı ayrı yaratılır. Örneğin atılan bir taş camı kırmaz; taşın atılması ve camın kırılması görüntüleri ayrı ayrı yaratılır. Gemileri suda yüzdüren "suyun kaldırma kuvveti" veya kuşları havada tutan "havanın kaldırma kuvveti" de aslında bizim beynimizde muhatap olduğumuz kopya varlıklara ait kavramlardır. Dolayısıyla aslında bu gibi "kuvvetler"in hepsi, gerçekte Allah'a aittir. Bu gerçek, bir Kuran ayetinde şöyle haber verilir:
"Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde onun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir." (Hac Suresi, 65)
Dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular, aslında aynı malzemeden, yani elektrik sinyallerinden meydana gelmektedirler. Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya dokunma olarak yorumlayan ise beyindir. Beyin gibi ıslak etten oluşan bir maddenin, hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü olarak yorumlayacağını bilmesi, aynı malzemeden birbirinden çok farklı duyular ve hisler meydana getirmesi ise büyük bir mucizedir.

Tüm bu bilimsel gerçeklerden dolayı "Bedenimin bu dünyanın üzerinde yaşayan aslı ile muhatabım, ben de bedenimden dışarı bakıyorum" şeklindeki varsayım, hatalıdır. Böyle bir şey bilimsel olarak mümkün değildir. Bize bunu düşündüren tek neden, maddenin varlığına olan önyargıdır. Bu önyargıdan kurtulduğumuzda ise dünyanın gerçekte çok daha farklı bir yer olduğunu kavrarız. Dışarıda madde vardır ancak biz maddenin aslına ulaşamayız. Gördüğümüz ve hissettiğimiz herşey, Allah'ın bizim ruhumuza gösterdiği ve hissettirdiği algıların yorumlanmasıdır. Tek mutlak varlık ise, herşeyin Yaratıcısı olan, alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir:
"Doğu da Allah'ındır; batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir." (Bakara Suresi, 115)
İnsanların hayatını değiştirecek bu konuda yazmaya devam edeceğim.



Masonlar: “Bize verilen sırları kalbimizin en derin köşelerine saklamalıyız”


Masonlar: “Bize verilen sırları kalbimizin en derin köşelerine saklamalıyız”
Masonlar hiçbir dönemde geleneklerinden asla taviz vermemişlerdir.

Masonların sitelerine bakarsanız Hür Masonluk “Yüce Varlık’a İnanç” temeli üzerine kurulu bir “Kardeşlik Kurumu” dur açıklamasıyla karşılaşırsınız. “Kendilerinden başlayarak bütün insanlar arasında sevginin, toleransın ve kardeşlik bağlarının kurulmasını hedefler; tüm insanların hürriyet, barış, adalet ve huzur içinde gelişmesini ve yaşamasını amaçlar” ifadelerini okursunuz. Eğer Masonlar tüm dünyanın barışını istiyorlarsa, adalet ve huzur amaçlıyorlarsa peki neden bu gizlilik? Neden herşey büyük bir sır perdesinin ardında saklı? Daha önceki yazılarımda da söylemiştim. Şu anda günümüzde gerçekten de bu idealde olan inançlı Masonlar var, böyle localar var. Ama olmayanlar da var. Masonların kendi dergilerindeki, sitelerinde anlatılana değil de şimdi biraz da gerçeklere, nasıl yapılandıklarına bakalım isterseniz.
Masonların dünya üzerinde bu denli güçlü ve etkili olmalarının nedeni, sağlam bir emir komuta zincirine sahip olmalarıdır. Bu sistemin en büyük özelliği gizliliğidir. Her masonik loca ve derece yalnızca kendisine verilen emirleri yerine getirir. Kurulan derece sistemi sayesinde, her locanın yalnızca en üst kademesindekiler, masonluğun genel stratejisini bilebilir.
Masonluğu en tehlikeli hale getiren yönü, faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmesidir. Bu yöntem nedeniyle sokaktaki insan, masonik faaliyetlerin içyüzünü fark edemez. Tek bir noktadan yönlendirilen, fakat tesadüf süsü verilen olaylara ancak çok dikkatli bir inceleme ile bakılırsa, var olan bağlantılar hissedilebilir.
“Bize verilen sırları, kalbimizin en derin köşelerinde saklamalıyız. Bir ölü kadar sessiz, bir mezar kadar ketum olmalıyız.” (Mimar Sinan Dergisi S. 7, Sf. 14)
Yazımın başında söylediğim gibi masonluğu eğer masonlara sorarsak, alacağımız cevap, "Masonluğun bir hayır ve yardımlaşma kurumu olduğu" şeklinde olacaktır. Türkiye'de de masonluk, Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında kurulmuştur.
Masonlar dışarı yaptıkları bütün açıklamalarda, ropörtajlarda örgütün hayırseverliğinden, iyi niyetinden bahsederler. Gerçekten de bu bilgiler doğrultusunda, masonluğun bir hayır kurumu olduğuna inanmak mümkündür. Fakat, masonların kendi kaynaklarını incelediğimizde durum biraz farklılaşır.
Herşeyden önce masonlar, kendi üyelerine mahsus olarak çıkardıkları yayınlarda devamlı gizlilik, ketumiyet ve sırları açıklamamaktan bahsederler. Masonluğa yeni giren birisi ile mason üstadı arasındaki şu diyalog, bu gizliliğin önemini ortaya koymaktadır:
"Büyük Üstad: Önce sizden bir şeref sözü isteyeceğim, aramıza alınsanız da alınmasanız da, burada görüp işittiklerinizi dışarıda hiç kimseye açıklamayacağınıza söz verir misiniz?
... Uçları size çevrilmiş bu kılıçlar yemininizi çiğnerseniz, masonluğun sizden nasıl öç alacağını ve aynı zamanda çekeceğiniz vicdan azabını göstermektedir." (Türkiye Büyük Mason Locası, Birinci Derece Tüzüğü, sf. 35)
Acaba bir hayır kurumu, niçin bu derece şiddetli bir şekilde çalışmalarını gizlemektedir? Ortaya çıkmasından korkulan şey nedir? Başka bir masonik kaynakta da şunlar yazmaktadır:
"Sembolleri ve localarda geçen olayları, tartışmaları açıklamak ahlak dışı bir harekettir; yemine ve davaya ihanettir." (Büyük Şark Dergisi, s.11, sf.12)
Demek ki, masonların ortaya çıkmasından çekindikleri bazı sırları vardır. Ve bundan dolayı gizliliği bir prensip haline getirmişlerdir. Bir mason yemininde, bu sırların önemi şöyle vurgulanır:
"Şimdi veya daha sonra bana öğretilecek Kadim Masonluk Misterleri ile bunlara ait gizli sanatları, yönleri ve noktaları, bu dereceye usulüne göre kabul edilmiş olanların dışında hiç kimseye, kim olursa olsun, hiçbir surette açıklamayacağım veya yalnız tam, kusursuz ve muntazam bir locada iken ve onların da kendim gibi düzenli olduklarına tam bir kanaat getirdikten sonra usulüne göre açıklayacağım.
Yine söz verir ve şerefim üzerine yemin ederim ki, bu sırları, hareketli veya hareketsiz hiçbir şeyin üzerine yazmayacak, basmayacak, kazımayacak, işaretlemeyecek, resmetmeyecek, kesmeyecek veya elimden gelip gücüm yettiğince de başkalarına yaptırtmayacak, yapmalarına engel olacak, yapmalarına göz yummayacağım ki, bu hareketli ve hareketsiz şeyler üzerinde herhangi bir kelime, hece, harf, işaret veya şekil, yahut bunların en küçük bir izi bile, benim ihmal veya liyakatsizliğimden dolayı sırlarımız ile misterlerimizin usulsüz olarak bir başkasının okuyup anlamasına, öğrenmesine, ortaya çıkarmasına sebep olmasın." (Çırak, 2.Derece Ritüeli, Tanju Koray, sf.32-33)
Fakat masonlar, dışarıya karşı, gizli bir örgüt olduklarını dahi kabul etmezler. Bu konuda yapılmış bir röpörtajda Türkiye'deki mason üstadlardan Şekür Ökten şöyle diyor:
"Derneğimiz, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre faaliyette bulunur. Gizli değildir. Bizim hiçbir toplantımız ve merasimimiz gizli değildir."
Üstad vekili Halil Mülküs ise şöyle demektedir: "Biz, gizli bir cemiyet değiliz. Bunu kesinkes açıklıkla söylemek durumundayım." (Nokta Dergisi s.40 sf.26-27,  13.10.1985)
Masonların yalnızca kendi üyeleri için çıkardıkları kaynaklara baktığımızda ise, durumun farklı olduğunu görürüz. Bu kaynaklarda masonluğun gizliliği önemle vurgulanır:
"Arılar, karanlık olmazsa çalışamazlar... Sol elinizin yaptığını sağ eliniz bilmesin. Gizliliğin sayılamayacak çok etkileriyle ilgili olarak ve daha büyük şeylerle alakalı olarak sembollerin gizemli işlevleri vardır." (Şakül Gibi, 3/25 sf.20)
Masonların eşleri dahi bu sırları öğrenemezler. Mason dergisi Şakül Gibi'de masonlar ve eşleri arasında, Tekris (masonluğa giriş töreni)den itibaren başlayan sır perdesi şöyle anlatılıyor:
"Sırlarımızı kimseye söylememeye yemin etmedik mi? Tekris dönüşü evde eşinin meraklı sorularına cevap vermemek ve bu yüzden onunla aramızda ebediyen açılmayacak bir sır perdesi oluşturmak hangimizin hoşuna gitti? Kendilerine bile emanet edemediğimiz sırları nasıl olup da öğrenip muhafaza edecekler?" (Şakül Gibi s.24 c.3 sf.7)
Masonluğun dışarıya karşı takındığı hayır kurumu maskesinin altında yatan gerçek ortaya çıktığında, yeni mason bir seçim yapmak durumunda kalır. Masonluğa bu maskeye kanmış olarak katılan kişi, ya masonluğun ilkelerini kabul eder ya da masonluk dışı bırakılır. Mason dergisi Mimar Sinanbu hayır kurumu maskesine kanarak gelen fakat sonra "hayal kırıklığına" uğrayan acemilerin toplantılara gelmeyi aksatmalarını şöyle anlatıyor:
"Masonluğu bir yardım kuruluşu olarak görüp bu tür çalışmaları bulamayınca hayal kırıklığına uğramak devamsızlığın başlıca nedeni oluyor..." (Mimar Sinan s.30 sf.11 1979)
Masonların gizledikleri gerçekler ise, kendi deyimleriyle bunlara hazırlıksız olanlar için "yıkıcı ve şaşırtıcı" olabilmektedir. Bu doğru bir tesbittir. Gerçekten bir insanı, birdenbire inançlarından, milli kimliğinden ayırmak, materyalist yapmak kolay değildir. Bu, ancak yavaş yavaş verilecek bir telkinle mümkün olabilir.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, masonların birçoğu gerçekten ne tür emellere hizmet ettiklerini bilmemektedirler ve sadece bir hayır ve dayanışma kurumu içinde olduklarını sanmaktadırlar. Masonluğun asıl amacını bilenler, çok daha az sayıdadır. Dolayısıyla, masonluğun dünya düzenindeki etkisinden söz ederken, tüm masonları bunlardan sorumlu tutmak doğru olmayacaktır. Şu anda bazı localarda inançlı olan, samimi olan, gerçekten de bu dünyada barışı ve kardeşliği isteyen Masonlar bulunmaktadır. Fakat onların çok üstünde, çok yüksek derecelerde başka güçlere hizmet edenlerin olduğu da çok iyi bilimektedir.  
Masonlarla ilgili diğer yazılarım:



Fecr-i Sadık, Risale-i Nur’dan hikmetler – 3. Program

Fecr-i Sadık, Risale-i Nur’dan hikmetler – 3. Program
Bediüzzaman: Hz. Mehdi materyalizmi ve ateizmi ortadan kaldıracak.

Altuğ Berker ve Serdar Dayanık’ın hazırlayıp sunduğu Bediüzzaman’ın bir asra da damgasını vuran, kalplere inşirah yayan Risale-i Nur’lardaki hikmetlerin anlatıldığı güzel programın üçüncü bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Bediüzzaman Fecr-i Sadık diyerek tıpkı peygamberimiz gibi Hz. Mehdi’nin gelişini bizlere müjdelemiştir. Bu programda da Bediüzzaman’ın anlatımlarına yer veriliyor ve Hz. Mehdi’nin üç görevi olacağından bahsediliyor, üçüncü bölümü bu linkten seyredebilirsiniz:
Bediüzzaman ahir zamanda Hz. Mehdi'nin yanında bulunan mümin topluluğunun mukaddes bir cemaat olduğunu, bu cemaatin önderliğini yapan Hz. Mehdi'nin de Hz. Peygamber soyundan gelen mukaddes biri olacağını belirtmiştir. Nitekim Bediüzzaman bu sözünün son cümlesinde"ONUN ÜÇ GÖREVİ OLACAK" cümlesiyle bu konuya açıklık getirmekte, bu üç görevi, yanındaki kutsal toplulukla birlikte, Hz. Mehdi'nin de bizzat başlarında bulunarak yerine getireceğini ifade etmektedir.
Nitekim Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin manevi birer şahıs, ruh ya da mana gibi görünmez birer güç olarak tanımlanması, Kuran ayetlerinde bildirilen Allah'ın adetullahı (Allah'ın kanunu) ile tamamen çelişmektedir. Tarih boyunca hiçbir elçi veya peygamber, bir şahsı manevi olarak gelmemiştir. Kuran'da çeşitli toplumlara gönderilen elçiler, nebiler ve resullerin hayatları, mücadeleleri ve tebliğleri hakkında pek çok bilgi verilmiştir. Yaşamlarının sonuna kadar gönderildikleri kavimleri hak dine davet etmiş, onları Allah'ın azabına karşı uyarıp korkutmuş ve iman edenleri cennetle müjdelemişlerdir. Yaşadıkları toplumlardaki inkarcıların baskılarına, kurdukları tuzaklara ve hak dine yönelik mücadelelerine sabır ve tevekkülle karşı koymuş, onları Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşamaya çağırmışlardır. Tüm bu bilgiler bize, tarih boyunca hiçbir elçi, nebi veya resulün manevi bir şahıs olarak gönderilmediğini, tüm elçilerin birer fert olarak geldiklerini göstermektedir.
Yüzyıllardır süregelen bu adetullah tüm İslam tarihinde olduğu gibi ahir zamanda gelecek olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi için de söz konusudur. Ancak elbette ki tüm peygamber ve elçilerin olduğu gibi Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin de kendilerinden ayrı olarak şahsı manevileri de olacaktır. Kuran'da, gönderilmiş olan tüm peygamber ve elçilerin çevresinde, onlara inanan ve gösterdikleri hak yolu izleyen birer topluluk olduğu haber verilmiştir. Elçilere iman eden bu kimseler ve onların elçileriyle birlikte yapmış oldukları faaliyetlerin tümü, bu elçilerin şahsı manevilerini oluşturur. Kuran'da peygamberlerin hayatlarını anlatan kıssalarda bu durum açıkça görülmektedir. Örneğin Peygamberimiz 'in ashabı onun şahsı manevisini oluşturmuştur. Fakat bu, Peygamber Efendimiz (sav)'in varlığı şartı ile oluşmuştur. Bu durum ahir zamanda da değişmeyecek, Bediüzzaman'ın da dile getirdiği gibi, Hz. İsa ve Hz. Mehdi beraberlerindeki mümin topluluklarının başında bizzat birer hidayet önderi olarak bulunacaklardır.
Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin "bir veya iki görevi değil, tam olarak ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAĞINI"bildirmektedir. Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin temsil ettiği cemaatiyle birlikte bu üç görevin üçünü birden yerine getireceğinden bahsetmiştir. Bediüzzaman bunun, Hz. Mehdi'yi kendisinden önce gelen müceddidlerden ayıran ve tanıtan en önemli alametlerinden olduğunu bildirmiştir.
Bu üç büyük sorumluluk diğer İslam alimlerinin dönemlerinde tam olarak yerine getirilmiş değildir. Bediüzzaman eserlerinde Hz. Mehdi'den önce gelen müceddidlerin, onun üç vazifesinden yalnızca birisini yerine getirdiklerini söylemiştir. Ancak ahir zamanda gelecek Hz. Mehdi'nin her üç görevi de birarada yapacağını ve bu özelliği nedeniyle de ahir zamanın "Büyük Mehdi"si ünvanını alacağını belirtmiştir.
Birincisi: FEN VE FELSEFENİN tasallutiyle (etkisiyle) ve MADDİYYUN VE TABİİYYUN TAUNU, (materyalizm, Darwinizm ve ateizm hastalığı) beşer içine intişar etmesiyle (insanlar arasında yayılmasıyla), herşeyden evvelFELSEFEYİ VE MADDİYYUN fikrini (materyalizm, Darwinizm ve ateizm gibi Allah'ı inkar eden dinsiz akımları)TAM SUSTURACAK TARZDA imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek (iman edenleri sapkınlıktan korumak)...(Emirdağ Lahikası, s. 259)



Başbakan Erdoğan neden bizi Avrupa Birliği’ne almak istemediklerini açıklayamıyor?


Başbakan Erdoğan neden bizi Avrupa Birliği’ne almak istemediklerini açıklayamıyor?
Siz Avrupa Birliği'nin yerinde olsanız Türkiye'yi almak ister miydiniz?

Neden Türkiye Avrupa Birliği’nin kapısında 30 yıldan fazla bir süredir sürünüyor? Neden Avrupa Birliği böylesine gelecek vaad eden bir ülkeyi kendi birliğine almak istemiyor? Başbakan bunun nedeni biliyor ama dönüp de Türk halkına bunu açıklayamıyor.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almamasının nedeni bağnazlık ve yobazlıktır. Yobazlıkta gülmek yasak, kadınla erkeğin bir arada oturması yasak, kadının çalışması yasak, kısaca herşey yasak. Adamlar karşılarında tamamen bağnaz bir kafa görüyorlar. Şimdi bakın Avrupa’daki medeniyete, modernliğe? Böyle bağnaz bir kafa böyle yüksek bir medeniyetle nasıl uyuşacak? Karşılarında Hıristiyan’ı, Musevi’yi insandan saymayan ve saldırmaya hazırlanan bir yobaz topluluğu var. Adamlar korkuyorlar, çekiniyorlar.
Günther Oettinger’in “Diz üstü sürünerek gidip Türklere ‘Bize katılın’ teklifinde bulunacaklar” sözleri, hoşumuza gitsin, gündem olsun, manşet olsun diye söylenmiş bir söz. Nitekim istediği gibi bütün gazetelerde de sür manşet oldu. Yoksa hiçbir Avrupalı öyle bir şey yapmaz. Öyle bir şey yok.
Yobaz kafada iltifat da yasak. Avrupalılar birbirlerine iltifat ederler. İltifat yasak, gülmek yasak. Parfüm yasak, diş fırçası bile yasak. Mesela kadının allık sürmesi yasak, dudak boyası kullanması yasak. Avrupalılar hep bakımlı gezerler. Değil mi? Tertemiz, bakımlı gezerler. Yobaz kafada herşey yasak, haram. Hepsine fasık gözüyle bakacaklar, hepsine acayip insan gözüyle bakacaklar. Adam buna tahammül edebilir mi? Sıkılır, rahatsız olur. Bir insana bir insan sürekli bu gözle bakarsa, nasıl rahat etsin o insanın yanında? Değil mi? Böyle suçlayan ve aşağılayan bir üslup kullanmış olacaklar. Adamın izzeti nefsine dokunur. Rahat yaşayamaz.
Dolayısıyla Avrupalılar böyle bir kafayla uyuşamayacaklarını biliyorlar ve böyle baskı dolu bir hayatı istemiyorlar. Kuran’da böyle bir anlayış olmadığının, baskının, zorlamanın olmadığının insanlara anlatılması lazım. İslam’ın barış, sevgi, şefkat ve merhamet dini olduğunun anlatılması lazım. Dinimize göre diğer dinlere mensup insanların daima korunup ollandığı, onlara şefkatle yaklaşıldığının anlatılması lazım.
İşte başbakanın açıklayamadığı nedenler bunlar. Yobaz kafa değişmediği sürece Avrupa Türklerden korkacaktır. Karşısında yüksek bir medeniyet, asalet, güzel ahlak, temizlik göremdiği sürece de Türkiye’yi içlerine almak istemeyecktir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder