9 Nisan 2014 Çarşamba

“Ben Deist değil Ateistim” diyen Pelin Batu’ya cevap…


“Ben Deist değil Ateistim” diyen Pelin Batu’ya cevap…
Hatırlarsanız sanatçı Pelin Batu katıldığı bir televizyon programında "Övülmeyi seven, sürekli övülmek isteyen bir Tanrı inancı bana doğru gelmiyor. Ben Deist değil Ateistim" demişti…
Batu'nun Ateist olması kendi inancıdır, şefkat duyarız. Lakin eleştiride bulunduğu konu Ateist olmayı seçmekte bir faktör ise bu kendisinin ön yargılı bir şekilde dine ne kadar uzak olduğunu gösterir. Allah'ı humanist ve egoist düşüncelerle tanımlamaya uğraşmak (Allah'ı tenzih ederim) ya da tanımaya çalışmak dini bilmemekten ileri gelir, çünkü bu tarz bir ahlak anlayışı ile iman edilmez.
Eminim ki Pelin Batu’nun yaşadığı hayatı boyunca bir çok güzellikle karşılaşmış, övdüğü, takdir edip beğendiği ve hayran kaldığı kişiler, evler, arabalar, resimler, filmler olmuştur. Çoğu insanda bu şekilde sanatsal bir tablo karsısında ya da hoşa giden bir müzik karşısında heyecanını, hayranlığını gizleyemeyerek mutlaka resmi yapan kişiyi ve beste yapan kişiyi över ve bunun ahlaki bir değer olduğunu vicdana ve mantığa uygun olduğu düşünür. Allah ise insanların yaptığı ya da yaptığını sandığı her şeyden sonsuz kere sonsuz üstün ilim ve akıl sahibidir. İnsanların yaptıkları resimlere, bestelere ilhamı veren, onları düşündüren, hareket ettiren hep Allah'tır. Belin Batu’nun hayran olduğu edebiyatçılara o romanları satır satır yazdıran da Allah’tır.
Mesela, Dünyaca ünlü tablo olan Mona Lisa’ya hayran olmayan, Da Vinciyi övmeyen insan pek yoktur. Mona Lisa’yı hiç bilmeyen biri ise onu sıradan bir resim ile aynı görür fakat Mona Lisa’yı yapan ya da tablo hakkında detaylı araştırma yapan, çok başka bilgiler edinen kişi tablonun nasıl paha biçilemez olduğunu bilir ve durum onun tabloyu hayranlıkla övmesini engelleyemez. Allah, Mona Lisa tablosu dahil tabloya ilham veren asıl Mona Lisa’yı yaratmıştır ve bu yaratılış tablodan sonsuz kat daha güzeldir. Elbette bir tablo ile canlı bir insan arasında ki sanat aynı olmadığı gibi övgü ve hayranlıkta aynı olmaz. Allah Mona Lisa’yı yaratmasaydı ortada bir tabloda olmazdı. Leonardo Da Vinci’yi hayran bırakan bu kişi Allahın eşsiz sanatının sadece bir örneğidir. Sanatçılar örneklerle calışır ama Allah örnek edinmeksizin yaratandır. Bu örnekleri görmek çoğu zaman faydasız ve alısıla gelmis olduğundan sıradan gelip düşünmeye sevk etmeyebilir ama anlamak için öğrenmek gerekir ve bu yüzden iman hakikatleri olan yaratılış örneklerine bakmak yeterlidir.
Allah'ın övülmeye ihtiyacı yoktur, buna en layık olandır ve isterse onu övecek sonsuz çesit insan yaratabilir, bu Allah için çok kolaydır. Ayrıca bütün kainat tesbih ederek Allah’ı sürekli övmektedir. Övülme derken bencil duygularla değil samimi duygularla anlayarak vicdanen yapılan bir övülme kastedilmektedir.Kuranda övülmekten diğer bir kasıt şükürdür, zaten şükreden övmüş demektir. Haklı bir övme toplum içinde insanlara değer vermeyi, kıymet bilmeyi, sevgiyi ve güzelliği hatırlatan bir özelliktir.Allah'ın kendisine verdiği bu nimetleri bilen, araştıran ve şükreden kişi vicdani olarak Allah'ı noksan sıfatlarından tenzih edip, hayranlıkla ve samimiyetle zaten övecektir.
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)



Fecr-i Sadık, Risale-i Nur’dan hikmetler – 1. program

Fecr-i Sadık, Risale-i Nur’dan hikmetler – 1. program
Altuğ Berker ve Serdar Dayanık’ın hazırlayıp sunduğu Bediüzzaman’ın bir asra da damgasını vuran, kalplere inşirah yayan Risale-i Nur’lardaki hikmetlerin anlatıldığı güzel bir programdan bahsetmek istiyorum size. Bu programı geçen gün seyrettim ve bir Bediüzzaman aşığı olarak sizlerle de paylaşmaya karar verdim. İlk bölümü bu linkten seyredebilirsiniz:
Altuğ Berker bu programda Bediüzzaman’ın Risalelerinde bildirdiği önemli öğütlere değineceklerini ama ağırlıklı olarak Bediüzzaman’ın ahir zamanda tüm kainatın kurtarıcısı olarak gelecek olan Hz. Mehdi’yi nasıl müjdelediğinden bahsedeceklerini anlattı. Biraz bende yazımda Bediüzzaman’ın Hz. Mehdi’yi nasıl müjdelediğine değinmek istiyorum:
Bediüzzaman, 1911 yılında Şam’da Emevi Cami’nde verdiği büyük hutbesinde, ‘KENDİSİNDEN 100 YIL SONRA GELECEK OLAN ahir zamanın büyük Mehdisini müjdelemiştir.
Yetmişbirde fecr-i sadık, yani güneş doğmadan önceki aydınlık başladı ve ya başlayacak. ( HUTBE-İ ŞAMİYE, S.80)
HİCRİ 1371 YANİ MİLADİ 1951
Yetmiş birde fecr-i sadık başladı ve ya başlayacak. Eğer bu fecr-i kazip , yani sabaha karşı ufukda yayılmaya başlayan ilk kızıllıkda olsa otuz kırk sene sonra fecr-i sadık yani güneş doğmadan önceki aydınlık çıkacak.
1371+30=1401 YANİ MİLADİ 1980. Hz. Mehdi (a.s.)’ın zuhur vakti
1371+40=1411 YANİ MİLADİ 1990 . Otuz, kırk sene sonra fecri sadık çıkacak.
Said Nursi Hazretleri’nin Şam Hutbesinin bu bölümünde; Hicri 1371 yılından 30 ve 40 sene sonrasına dikkatleri çekmesi son derece önemlidir. Çünki Hicri 1371’den 30 sene sonrası bilindiği gibi Peygamberimiz tarafından Hz. Mehdi’nin zuhur vakti olarak haber verilen Hicri 1400 yani Miladi 1980 yılına denk gelmektedir.
“ İnsanlar 1400 senesinde Hz. Mehdi’nin yanında toplanacaktır.” (Risaletül Huruc-ül Mehdi, s.108)
1371’DEN 40 YIL SONRASI
Hicri 1371 + 40= 1411
(MİLADİ 1990 LI YILLAR)
YİNE 1371’DEN 40 YIL SENE SONRASI DA TAKVİMLERDE HZ. MEHDİ (A.S.)’IN HAYIRLI FALİYETLER İÇİNDE BULUNUCAĞI 90’ LI YILLARI GÖSTERMEKDEDİR.
Bediüzzaman Hzretleri, Hz. Mehdi (a.s.) ile ilgili önemli tarihler verdiği ,Şam hutbesinin devamında ise bu sefer 1371’DEN YARIM ASIR YANİ 50 YIL SONRASINA DENK GELEN İKİ BİNLİ YILLARA DİKKATLERİ ÇEKMEKDEDİR.
1371’DEN YARIM ASIR SONRASI
Hicri 1371 + 50 = Hicri 1421
( MİLADİ 2000 Lİ YILLAR)
Evet, şimdi olmasada otuz-kırk sene sonra, fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz manileri mağlup edip dağıtmak için, taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş.
Şimdi onları kaçırmaya başlamış, inşaAllah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.
1371 + 50 ( YARIM ASIR ) = HİCRİ 1421 YANİ MİLADİ 2000’Lİ YILLAR
Bediüzzaman Hazretleri’nin; Peygamber’den sonraki ikinci aydınlanma dönemi olarak adlandırdığı Fecr-i Sadık’ın bu yılları; Hz. Mehdi’nin , İslam dininin ve iman edenlerin önüne çıkan 8 maniyi ve 8 düşman tayfasını fikren mağlup etmeye yönelik hayırlı faaliyetler içinde olacağı çok önemli bir dönemdir.
Gerçekten de günümüzde Mehdiyyetin gölgesi dünya üzerinde açıkça hissedilmekdedir. İslam dini dünyada hızla yükselmeye başlamışdır. Dünya müslümanlarının sayısı hızlı bir artış göstermekte, insanlar bir çok vesilelerle İslam dini hakkında bilgiler edinmeye, Kuran okumaya, İslam dini hakkındaki ön yargılarını ve yalnış bakış açılarını temizlemeye başlamışlardır. Bunun sonucunda yüz yıllardır dünya üzerinde Allah inancına karşı büyük bir mücadele yürütmekde olan komünist, darwinist, marksist sistemlerin geniş insan kitleleri üzerinde yaptığı şeytani hipnozun etkisi kalkmaya başlamışdır. İnsanlar hiç bir şeyin tesadüfler sonucu oluşamayacağını, mutlaka bir Yaratıcıya ihtiyaç olduğunu, akıllarını kullanarak, düşünerek ve bilimsel delillerini görerek kavramaya başlamışlardır.



Masonlar neden bölündüler, her bölünmede nasıl güçlendiler, neden deşifre oldular? 1

Masonlar neden bölündüler, her bölünmede nasıl güçlendiler, neden deşifre oldular? 1
Masonluk daima kapalı, sır dolu, kimsenin açmaya cesaret edemediği bir kutuydu. Ta ki yıllar önce bir televizyon kanalında bir Masonlocasının gizli çekim görüntüleri yayınlanana kadar. Mason locasına ilk defa kabul edilen bir üyeye uygulanan ritüeller izleyen herkesi şok etmişti. Bugün blog yazarlarıyla Türkiye’de Masonluğun 1970 öncesinde nasıl geliştiğine, bölünmenin ne kadar gerçekçi olduğuna ve nasıl deşifre olduklarına dair bilgilerin yer aldığı bir yazıyı paylaşacağım.
Türkiye masonları arasında ilk ihtilaf 1964 yılında ortaya çıkmıştı. Ünlü bir isme "mason değildir" diye belge verilmesi masonların büyük tepkisine yol açtı. Türk masonları kendilerinin bu tür siyasi tartışmalara katılmasına ve büyük üstad Necdet Egeran'ın bu konuda taraf olmasına sert tepki gösterdiler. Belgeyi hazırlayan Necdet Egeran'ın yapmış olduğu savunma da masonların tepkisini hafifletemedi. Haysiyet divanı Ekrem Tok'u bir yıl süreyle görevinden uzaklaştırırken; Egeran, masonluk teşkilatından ihraç edildi.
1966 yılına kadar süren tartışmaların sonucunda masonlar, "Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası" ile "Türkiye Büyük Mason Mahfili ve Süprem Konsey" adı altında iki ayrı çatıda biraraya geldiler.
Masonlar arasındaki bu bölünmenin kamuoyuna yansıtılan bir başka yönü ise, 33. derecedeki masonların oluşturduğu Süprem Konseydeki yönetim kadrosunun kendi aralarındaki iç çekişmeydi. İddiaya göre 33. derecenin kadrosu dolmuş ve bir üst dereceye çıkma durumundaki yüksek dereceli masonların önü tıkanmıştı. Bu yüzden de iki yıl süren bir iç çekişme yaşanmış sonuçta da masonlar ikiye bölünmüştü. Gerçekte bu bir göz boyama idi. Masonlar adına ortaya atılan göstermelik bir polemikle hem yeni bir örgütün kurulması sağlanarak, geniş bir kadro imkanı ortaya çıkarılmış, hem de masonların güçten düştükleri imajı oluşturularak, toplumun büyük bir kesiminde masonlara karşı oluşan tepkinin önü alınmaya çalışılmıştı.
Murat Özgen Ayfer, bu iddiaları "Masonluk Nedir ve Nasıldır"" adlı kitabında ortaya koymuştu. Bu gelişmeler yukarıda belirttiğim gibi o yıllarda özellikle muhafazakar kesimde masonluğa karşı oluşan tepkinin yumuşatılması ve "masonlar gücünü yitiriyor" imajının oluşturulabilmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan Türkiye Büyük Mason mahfili vasıtasıyla masonların kendi içlerinde daha iyi örgütlenmelerini de sağlamıştı. Günümüzde bu iki büyük locanın büyük üstadları arasındaki yakın ilişkiler de bu iddiaları doğrulamaktadır. Localar arasındaki bu yakınlık masonların bu localara "Aşağı loca" ve "Yukarı loca" ismini vermesine neden olmuştur. (Murat Özgen Ayfer Masonluk Nedir ve Nasıldır", s.255) Şimdi yeniden biraz geriye giderek masonların ikiye bölünmelerinin ayrıntılarını incelemeye devam edelim.

1964 yılındaki ayrılmanın gerçekçi olmadığının göstergelerinden birisi, ayrıldıkları iddia edilen iki kesimin yönetiminde aile ilişkilerinin görülmesiydi. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar büyük üstadı Tunç Timurkan'ın eşi Güven Timurkan, Türkiye Yüksek Şurası'na bağlı kadınlara ait bir mason locasının başkanlığına getirilmişti. Farklı görüşlerde oldukları için ayrılarak iki gruba ayrılan mason localarının üstadlığında aile içi bir paylaşıma gidilmesi, bu ayrılmanın sadece göstermelik olduğu iddialarını kuvvetlendirmişti.
Tüm dünyada kardeşlik ve barıştan sözeden masonluk teşkilatının kendi aralarında basit bir sahte belge olayının bahane ederek ayrılmaları, üstelik hiçbir gerekçe kalmadığı halde bu ayrılık ve kini sürdürmekte ısrarlı davranmaları, bu ayrılık olayının perde arkasında yine masonik çıkarların olduğunu ortaya koymaktadır.
 70'lı Yıllarda Masonluk
Türkiye masonluğunun kağıt üzerinde de olsa bölünmesiyle birlikte kurulan Türkiye Büyük Mason Mahfili, Türkiye'de oluşan bölünme olayını yabancı obediyanslara da bildirdi ve 1967 yılında Fransa Büyük Locası'ndan patent aldı.
1973 yılına gelindiğinde, Dernekler Kanunu'nda yapılan değişiklikle derneklerin "Türk" ve "Türkiye" başlıklarını kullanmaları Bakanlar Kurulu'nun iznine bağlandı. Bunun üzerine Türkiye Büyük Mason Mahfili'nin ismi Büyük Mason Mahfili, Türkiye Mason Dergisi'nin ismi Mason Dergisi olarak değiştirildi.
Türkiye Büyük Mason Mahfili, 70'li yıllarda uluslararası mason localarıyla ilişkiler kurmak istedi. Ancak, 12 Eylül askeri müdahalesi ile derneklerin yabancı kuruluşlarla olan ilişkilerinin önce yasaklanması, daha sonra da Bakanlar Kurulu'nun iznine bağlanması, Türkiye Büyük Mason Mahfili'nin önünü kesiyordu. Türkiye Büyük Mason Mahfili, kısaltılmış adıyla CLIPSAS isimli bir masonik kuruluşla birlikte çalışmak için Bakanlar Kurulu'na başvurdu. Ancak bu izin çıkmadı. (Masonlar bu örgütle ilişki kurabilmek için gerekli olan yasal izni 1991 yılında almışlardır. (Murat Özgen Ayfer, Masonluk Nedir ve Nasıldır", s. 258)
Türkiye Büyük Mason Locası kurulduğu günden bu yana kendi malı olan aynı binada faaliyetlerini sürdürmektedir. 1979 yılında İzmir'de bir bina satın alarak bu ilde de zaten var olan faaliyetlerini hızlandırmışlardır. 1989 yılında Adana'da bir şube açıldı. Şu anda Türkiye çapında Türkiye Mason Mahfili'ne bağlı 25 loca bulunmaktadır.
1976 yılında üçüncü kez verilen "mason localarının kapatılmasını içeren kanun teklifi" üçüncü kez Meclis tarafından reddedildi. Meclis desteğini arkasına alan masonlar, Tepebaşı'ndaki localarını restore ederek çalışmalarını daha da hızlandırdılar.
27 Nisan 1977'de kuruluşlarının yıldönümünü kutlayan masonlar, İstanbul Sheraton Oteli'nde büyük bir balo düzenlendiler. Baloya Fransa, İsviçre, Belçika, İtalya büyük üstadları katıldı. 1978 yılında İstanbul İntercontinental Oteli'nde ABD, Brezilya, Paraguay mason locaları ile kaynaşma balosu tertip edildi.
1989 yılında bazı mason eşlerinin girişimleri ile Çağdaş Kardeşlik ve Dayanışma Derneği adı altında bir masonik örgüt kuruldu. 1991 yılından itibaren kadın üyeler bu locada tekris edilmeye başlandı. Daha sonra kadın masonlar kendi aralarında örgütlenerek 4 kadın mason locası kurdular. Bu localar günümüzde aktif olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Kadınların büyük üstadı ise, üstad mason Tunç Timurkan'ın eşi Güven Timurkan'dır.
İlk Defa Deşifre Oldular:
1997 yılında bir televizyon kanalında yayınlanan haber Türkiye masonlarında şok etkisi yaratmıştı. İlk defa mason mabetlerinde gizli çekimler gerçekleştirilmiş ve bu görüntüler bir televizyon kanalında günlerce yayınlanmıştı. İki ayrı locada çekilmiş olan gizli kamera görüntüleri hem Türk halkını, hem de yüksek derecelere ulaşmamış masonları şok etti. Bu gizli kamera görüntülerinin birisinde, yalnızca 33. dereceden masonların katılabildiği "şeytana tapma ayini" icra edilmekteydi. Ayini yöneten büyük üstad, locanın ortasında kesilen bir keçinin kanını içiyor ve İbranice bazı dualar okuyarak şeytana tapma ayinini sonuçlandırıyordu. Diğer görüntülerde ise, masonluğa kabul edilen iki yeni kişinin göğsüne, masonik ritüellere göre kılıçlar dayanıyor, ölüm iması yapılıyordu. Aynı locada kaydedilmiş diğer bir görüntüde ise, masonlar tarafından sürekli olarak inkar edilen masonik nikah töreni vardı.

Masonlarla ilgili gizli kamera görüntülerinin yayınlanması ile birlikte masonluk, gündemin en üst sıralarına yükseldi. Ancak masonların kontrolündeki bazı medya kuruluşları bu konuyu hasıraltı edebilmek için olağanüstü çaba harcadılar. Bu medya kuruluşları, yayınlarında bu haberlere en ufak bir yer dahi vermediler. Kanal 7 Televizyonu'nda masonların gizli ayinleri ile ilgili dehşet verici görüntüleri izleyenler, bu görüntülerin yankılarını gazetelerinde ve diğer televizyon kanallarında bulabileceklerini zannettiler. Ancak yüksek tirajlı "büyük" gazetelerin ve bunların yan kuruluşu durumundaki televizyon kanallarının hiçbiri bu önemli görüntülere yayınlarında yer vermediler.

Görüntülerin dünya çapında yankıları:
Gazete manşetlerine taşınan bu önemli görüntüleri Yazar Fehmi Koru şu şekilde yorumladı:

"Ellerine geçen, rahatlıkla "Dünyada ilk defa gerçekleşen bir gazetecilik olayı" diyebilecekleri gizli kamerayla çekilmiş bir filmi, Cuma gününden bu yana ekranlara taşıyan televizyon kanalının yönetimi, başlarına geleni anlamakta zorlanıyor. Nasıl zorlanmasın; bir mason locasında gizlice çekilmiş, üç adayın örgüte girişiyle ilgili tören ve bir başka mason nikah töreni, medyada hiç ilgi görmedi. Ne bir başka kanal çekimden görüntüler yayınladı, ne de bir gazete ve dergi, konuyu sütunlarına taşıdı. Tam bir sessizlik. Halbuki dini nikahın tartışıldığı bir ortamda mason nikahı ilgi çekmeliydi. Aslında sessizliğin sebebi, bu kanalın gizli çekimlerinde de anlaşılıyor. Mason örgütüne girerken adeta dini bir ritüel yaşıyorlar. Gizli kameranın giremediği bir düşünce odasında bir süre tutuluyor, sonra eğilmeye zorlanarak, bir çıtanın altından geçiyorlar. İçeride gözleri bağlıyken, elleriyle yoklamaları istenen bir kılıç göğsüne dayanıyor. "Burada öğrendiklerini dışarıda açıklarsan sonucuna katlanırsın" mesajı bir kez daha sözlü olarak aktarılıyor. Gözlerini açar açmaz gördükleri "biraderler" her hareket ve konuşmalarından önce ellerini boğazlarına götürerek kesme işareti yapan insanlar..." (Fehmi Koru, Zaman Gazetesi, 18 Ocak 1997)
"Kanal önemli bir yayıncılık örneği sergiledi, mason ayinlerini ekrana getirerek... Bilgi çağı insanımızın "kara mizah mason törenlerini" algılaması ve değerlendirmesindeki ortak yön: Komiklik ve gizlilik. Bu bir tarafı... Diğer yandan ise; İskoç Riti"ne tabi mason localarının Londra'dan Fransa obediyansına tabi olanların da Paris'ten talimat almaları, masonluğun kökü dışarıda olduğunu yeniden düşündürdü... Çağdaş Atatürkçüler de bu tartışmadan bir şey öğrendiler: Mustafa Kemal'in emriyle kapatılan mason locaları, Atatürk'ün ölümünden sonra ancak, gizli de olsa örgütlenebildi, uluslararası bağlantılar kurabildi. Malum medya ve malum kesim böyle bir tartışmadan rahatsız oldu. Sahte şeyh Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ve Emire Kalkancı olayını örtbas etmek için masonluğun gündeme getirildiğini savundular. Bütün dünyada yükselen dini ve milli değerlerin yansıması karşısında bir ilkelik örneği, bu olaya mal bulmuş mağribi gibi sarılmaları... Biraz da acizlik örneği..." (Ayhan Katırcıkara, 29 Ocak 1997, Türkiye)
"Masonluk tartışmaları yine alevlendi. Televizyonlar, gizli çekilen görüntülere yer veriyorlar. Gazetelerde dizi yazılar yayınlanıyor. Kamuoyu bu yayınları merakla izliyor. Masonluk ketumiyet üzerine kurulu. Masonlar da bu yüzden fazla konuşmuyorlar." (Emin Pazarcı, 2 Şubat 1997, Akşam)
Yazıma ikinci bölümde devam edeceğim.

1 yorum: