Masmavi gezegenimizdeki muhteşem dengeler – 3
Bu kusursuz sistemleri yaratan üstün bir akıl var...
Geçen gün masmavi gezegenimizdeki muhteşem dengelerden, kusursuz düzenden bahsetmiştim. Ve bütün bu detayların üstün bir akıl tarafından tasarlandığını söylemiştim. Bugün yazıma devam etmek ve kainattaki dengelerdeki diğer detayları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu arada Dünya’nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen bir takım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.
Dünya’nın ısısını etkileyen bir başka unsurda büyüklüğüdür. Şüphesiz Dünya, Merkür kadar küçük (kütlesi dünyanınkinin % 8’i kadar), ya da Jüpiter’inki kadar (kütlesi dünyanınkinin 318 katı) olsaydı, canlılık için gerekli ısıya sahip olamazdı.
Dünyadaki ısı sistemi kabaca bir ısı kaynağı ile bir odayı ısıtmaya benzetilebilir. Mühendisler bu tip ısıtma sistemleri için bir dizi hesaplama yaparlar. Hesaplamalar sırasında ısı kaynağının yeri, Isı kaynağının büyüklüğü, odanın büyüklüğü, boruların uzunluğu, odaki camların büyüklüğü ve niteliği, oda da termostat sistemi olup olmayacağını ve daha bir çok unsuru hesaba katarlar. Hesaplamadaki yapılacak bir hata ya odanın yeteri kadar ısınmamasına, ya da odada yaşayacakları rahatsız edecek aşırı ısınma ve israfa yol açacaktır. Bir mühendisin hata yaptığında geri dönüp düzeltme yapma imkanı vardır. Peki ya aynı şey sizce dünyamız içinde geçerli olabilir mi?
Dünyanın ideal ısıya sahip olması için gerekli unsurlar olsa ama bir teki mesela dünyanın ekseni farklı olsa ne olurdu? Hemen söyleyelim diğer unsurların ideal değerlerde olması hiçbir anlam ifade etmez ve dünya bugünkü yaşanabilirlik özelliğini yitirirdi. Bir odayı bile yaşanabilir hale getirmek için bir mühendise ihtiyaç varsa, dünyamız için gerekli olan hesaplamaları yapan kimdir?
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15)
Dünyanın iç çekirdeği katı, dış çekirdeği ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket çekirdekteki demir ve nikel gibi metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bir manyetik kalkan oluşturur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur. Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1'ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Atmosferin tek koruyucu özelliği ışınlara karşı değildir. Gezegenimizi saran ve atmosfer olarak adlandırdığımız kuşak, bizleri uzaydan gelecek göktaşları ve meteorlardan korur. Hiç düşündünüz mü eğer atmosferin bu kalkan özelliği olmasaydı dünyamıza ne olurdu?
Etrafımızı saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar, radyo dalgaları ve görünür ışığın dünyamıza ulaşmasına imkan verecek seçici bir geçirgenliğe sahiptirler. Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden yoksun olsaydı, ne haberleşme dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın temeli olan gün ışığını bulabilirdik.
Atmosferin koruyucu özelliği asla tesadüfe yer olmayan planlı bir seçimin ürünüdür. Bugüne kadar, varılan tüm bilimsel sonuçlar evrenin hiçbir anında, hiçbir noktasında tesadüflere ve rastlantılara yer olmadığını göstermiştir. Evren var olduğu ilk andan beni dinlemekte olduğunuz şu ana kadar her karesiyle sonsuz güç ve ilim sahibi Allah tarafından tasarlanmıştır: “Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 32)
Dünya atmosferi, çeşitli gazların belirli oranlarda karışımından oluşur. Atmosferimizde yoğun olarak bulunan Oksijen gazının zerresine bile rastlanmamıştır. Eğer atmosferde şimdikinden daha fazla oksijen olsaydı, yanma reaksiyonları daha süratli olarak gerçekleşecek, kayalar ve metaller çok daha çabuk aşınacaktı. Bu yüzden yeryüzü hızla aşınıp eriyecek ve canlı yaşam için büyük bir tehdit oluşacaktı. Eğer biraz daha az oksijenimiz olsaydı, solunum zorlaşacak, ve zararlı ışınlardan koruyan ozon tabakası olmayacaktı.
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar: “Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır.”
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu ise, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, “hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri—yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.—şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır”.
Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir. İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında “o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Allah dünyayı, güneş sistemini ve onun içinde bulunduğu evreni kusursuz bir yaratılışla var etmiştir. Dünya üzerindeki tüm dengeleri bizim yaşamımızı sürdürebileceğimiz gibi birbiriyle uyum içinde yaratmıştır. Allah‘ın bu kusursuz yaratışı Kuran’da şöyle haber verilir: “Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)
Şimdi buraya kadar anlattıklarımızı aklınızda tutmak kaydıyla sizden şöyle bir sahneyi zihninizde canlandırmanızı istiyorum:Uçsuz bucaksız bir çölde ilerliyorsunuz. Günlerce yol aldığınız halde en ufak bir canlıya bile rastlamadınız. Çünkü gündüzleri canlıları kavuracak kadar sıcak geceleri ise dondurucu. Ortalıkta tek bir damla su yok ve sürekli esen kum fırtınaları var. Sonra birden Çölün ortasında karşınıza çok lüks bir ev çıkıyor. İçinde rahatça yaşayabileceğiniz konforlu odalar, ısıyı yaşama uygun hale getiren klima sistemi, tam ihtiyacımıza uygun besinlerle dolu bir sofra ve kana kana içtiğimiz su kaynakları olsa ilk aklınıza gelen şey ne olurdu? “Bu evi buraya kim yaptı?” sorusu ilk akla gelecek şeydir daha sonra muhtemelen evin çölün ortasında nasıl böyle konforlu olduğunu düşüneceksiniz. Hiç kimse yıllar önce önce tesadüfen evin temelinin oluştuğunu sonra yine tesadüfen çatı ve yalıtım sisteminin geldiğini son olarak ta pencere ve diğer iç aksesuarlarının olduğunu iddia etmeyecektir. Peki bir evin bile tesadüfen oluştuğunu iddia edemezken, tüm evrenin tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek ne derece bilimseldir.
Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, evrenin şu anki yapısının tesadüfen oluşabileceği iddiası ile ilgili olarak, şunları söyler: “Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tümüyle delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.”
Ünlü astronom Sir Fred Hoyle da, aynı konuda şu yorumu yapmıştır: “Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.” Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’tır.
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, gezegenimiz, Güneşe olana uzaklığı, eğimi, kütlesi, atmosferin yapısı kısacası her türlü detayıyla birlikte Allah tarafından insanların yaşamasına en uygun olacak şekilde yaratılmıştır. Yalnızca Güneş ile Dünya arasındaki mesafenin tam gereken ölçüde olması dahi son derece mucizevi bir olayken, diğer yüzlerce hatta binlerce detayın da tam olması gerektiği ölçülerde olması kuşkusuz insan aklının sınırlarını aşan bir olaydır. Böyle muazzam bir sistemin tesadüflerin eseri olması, şuursuz atomların oluşturduğu gökcisimlerinin tesadüflerle tam olmaları gereken yerlere yerleşmeleri, aralarında canlılığın oluşumuna olanak sağlayacak dengeleri belirlemeleri ve bunlara uygun sistemler geliştirmeleri elbette ki mümkün değildir. Tüm bu kusursuz sistemler insanlar için, Allah’ın üstün kudretinin ve yaratışının birer delilidir..
“Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.” (Mümin Suresi, 64)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder